19 Ara 2007

Sınav Tokadı

Ortaokul son sınıfta devlet parasız yatılı okulu sınavına girmiştim, sınav sadece il merkezlerinde yapıldığı için bir gün öncesinden Muş’a gitmek gerekiyordu. İşin en güzel tarafı da buydu. Çünkü sınava girecek olan yedi sekiz öğrenci sıkı sıkı tembihlerle minübüse bindirilip gönderiliyordu. Bu, yanımızda bir büyük olmadan, otele yerleşeceğiz, lokantaya gideceğiz, akşama kadar gezip dolaşacağız, paramıza sahip çıkacağız, gece korkmadan uyuyup sabah erkenden sınava girmek için kalkacağız demekti. Sınavın kendisinin ise ya bir heyecanı yoktu ya da bu heyecanın yanında çok sönük kalıyordu.
Sabahın köründe hazırlanıyorum sınava gitmek için, minübüs birazdan gelecek. Uyanamamışım daha, her tarafım uyuşuk, annem ve ablam sürekli birşeyler yedirme çabasında. Kalkıyoruz, babam beni minübüse bindirecek ama kalın bir yün kazağım var, onu arıyoruz. Onsuz gidemem. Ama yok. Herkes her yere bakıyor, zaman geçtikçe telaş artıyor, evin içinde gergin bir koşuşturma başlıyor. Nerede ceketin? Ne yaptın ceketini? Herkes bana yükleniyor. Bilmiyorum. Bilmiyorum bile diyemiyorum. Babam öfkeyle bir tokat atıyor bana, neden önceden hazırlık yapmadım diye. Gözlerim yaşlarla doluyor. Her yerim acıyor, ağlamıyorum.
Birazdan ablam anımsıyor, dün gece geç vakit bizden evlerine dönen komşumuz, çocuğunun üstüne örtmüş benim ceketi, üşümesin diye . Koşturup getiriyor küçük ablam ceketi.
Ben masumum, ama…
Yol boyunca çok öfkeliyim sınavda hiçbir şey yapmamayı, boş kağıt vermeyi düşünüyorum. Böyle mi gönderilirmiş çocuk sınava diyorum içimden, işte böyle… Sonuçlar gelince de hatırlarlar nasıl gittiğimi sınava… Otelde, soğuk bir odada dört kişi kalıyoruz, yatakta da aynı şeyleri düşünüyorum.
Sabah sınav başlıyor. Soru kağıdı önümde, bekliyorum. Yapmayacağım. Herkes başlıyor. Yaklaşık bir on dakika öylece duruyorum. Sonra merak edip sayfayı çeviriyorum, ilk soru kolaymış… duramıyorum, testi bitiriyorum.
Babamın bu ilk ve son tokadı. Ondan bir iz bende. Seviyorum bu izi.
Sınav sonucu geldiğinde, bizimkiler beni İstanbul’da başka bir liseye göndermeye karar vermiş oluyorlar.
Malatya Devlet Parasız Yatılı Okulunu kazanmışım.

16 Ara 2007

Asker Selamı

62 gün yaptığım askerliğimin gecelerini neredeyse hiç uyumadan, koridorda yere serdiğim battaniyenin üzerinde kitap, dergi okuyarak; gündüzlerini ise, ağaç diplerinde, kantin masalarında, yemek kuyruklarında, duvar diplerinde, bulabildiğim her yerde uyuklayarak geçirdim. İlkem şuydu: Ortalıkta görünme. Bitecek.
Böylece, askerliğin bir çok olmazsa olmazını atlattım. Hiçbir üstümle( çavuşum dahil) bire bir diyalogum olmadı. Yerde sürünmedim, tüfek taşıdım ama ateş etmedim. Rütbeler dahil hiçbir şey öğrenmedim. Zaten öğretmek gibi bir hevesi yoktu kimsenin. (örneğin, teorik eğitim diye bir salona televizyonun karşısına topluyorlardı ama televizyon çalışmıyordu, bazen ses, bazen görüntü, bazen ikisi birden olmuyordu, hatta bir keresinde televizyon da yoktu, konuşmacı gelecek dediler ama o da gelmedi.)
Askerliğim süresince hiç bir üstüme tekmil getirmedim, askeri bir selam vermek zorunda kalmadım. Komutanların geçebilecekleri yerlerde pek oyalanmazdım bu nedenle. Selam vermeyle ilgili bir sürü hikaye anlatıyordu askerler. Parmaklar şöyle olacak, şapkanın kenarına konacak, ayaklar şöyle duracak filan filan.
Bir gün çok fena yakalandım. Dar bir yol, üç kişi yürüyoruz, aniden karşımızda komutanın jipi beliriverdi. Kaçacak bir yer yok. Kenara sıralanıp esas duruşa geçtik ve çaktım selamı, jip önümüzden geçip gitti. İlk selamımı çakmıştım böylece, Oh dedim içimden, işte bu kadar. Birden yanımdaki iki asker bana bakıp gülmeye başladılar.
"Ulan, ulan ooğlum senin şapkan yok!" elim arka cebime gitti, şapkam cebimdeydi.
İlk selamım şapkasız çakılmış bir selam oldu.
Selam sayılmadı.
Selamsız çıktım askerden.

8 Ara 2007

Körsu

Neden Körsu dendiğini bilmiyorum, ortalama 5-6 metre genişliğinde bir akarsuydu. İlçemizi batı tarafından, çok yakından olmasa da, kıvrım büküm sarardı. Kaynağını bilmiyorum ama Murat nehrine kavuştuğunu duymuştum; bazen, suyu aktığı yönde izlemeyi hayal ederdim, giderdim boz bulanık, sonra Murat nehri. Murat’ı hiç görmedim. Adının neden “Körsu” olduğuyla ilgili kimseden bir yorum duymadım ama ben bu adın suyunun çok bulanık olması nedeniyle verilmiş olabileceğini düşünürdüm.
Benim için Körsu’ya dört ulaşma noktası vardı. Evimize en yakın olan nokta, yaklaşık bir kilometre uzaklıktaydı. Burası aynı zamanda sığ bir nokta olduğu için, yazın paçayı sıyırıp karşıya da geçebilirdik. Karşıda, geniş bir düzlük, ilçenin ortak harman noktasıydı. Yazın çok işlekti. Suyun sığ olduğu bu nokta traktör ve öküz arabalarının geçebileceği bir noktaydı. Burada aynı zamanda kadınlar kilimlerini yıkarlardı.
İkinci nokta, suyun daha derin olduğu bir noktaydı. Buraya daha çok yüzmek amacıyla gidilirdi. Çok olmasa da birkaç kere ben de yüzmüştüm, suyun çok bulanık olması nedeniyle çok istekli olmazdım suya girmeye. Aynı bölgede balık da tutulurdu ki hayatımın en büyük balığı işte burada avuçlarımın içinden misinayı alıp gitmişti.
Üçüncü nokta, biraz daha uzakta, etrafı ağaçlık olduğu için biraz daha gizli bir noktaydı. Ortaokulda, üç arkadaş ortak aldığımız Birinci paketinden ilk sigaramı burada içmiştim. Bitirmek zorunda olduğumuzdan sigaraları uc uca eklemiştik. Ağzımın içi zehir gibi olmuştu. Burası en mahrem şeylerin konuşulduğu, ilk masturbasyon yaptığımız yerdi. Körsuya karşı, epeyce bir uğraştıktan sonra işte geldi demiştim, işte geldi…
Bize en uzak noktada ise, bir su değirmeni vardı. Her yıl köyden gelen kışlık buğday ihtiyacımızı yüklenir gelirdik. Burada buğdaylar yıkanır, su kenarında kilimlerin üzerine serilerek kurutulur sonra da değirmende bulgur yapılırdı.
Kışın hiç gitmedim Körsu'ya tamamen donduğu söylenirdi. Kimse gitmezdi kışın Körsuya, kurtların geldiği söylenirdi.
Körsu, çocukluğumun can suyu…

29 Kas 2007

Felsefe 1981

Savaştan ve işgalden yeni kurtulmuş bir kent; bazı binalar yerle bir, bazıları ise dimdik ayakta, bazı enkazlardan dumanlar tütüyor, yer yer alevler de görülüyor, ortalıkta bitkin, yoksul ve mutsuz insanlar dolaşıyor. İşgal bitmiş bitmesine fakat, işgali başka bir işgalci güç bitirmişti.
Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Fakültesi, Felsefe Bölümü, 1981 yılında tam böyle bir görünümdeydi. Yaklaşık 22 öğrenci başlamıştık. 17-18 yaşlarında çocuklardık. Şaşkındık.
İlk dersimize hocamız, 12 Eylül öncesiyle başlamıştı, televizyon, radyolar, gazeteler herkes aynı şeyleri söylüyorlardı, okulun nasıl işgal edildiğini, nasıl ders yapılamadığını, öğrenme, bilim yapma haklarının nasıl gasp edildiğini heyecanla anlatmıştı. Artık bunlar bitmişti, şükür ki bitmişti; buraya eğer, tartışırız, memleketi kurtarırız filan diye geldiysek bir kere daha düşünmeliydik. Biz kimdik ki felsefe tartışalım, boyumuzun ölçüsünü bilmeliydik, önce öğrenmeliydik daha sonra... Belki.
Dersler coşkusuz, lisedeki gibiydi, tek farkı felsefeye yoğunlaşmasıydı. Sosyoloji ve Psikoloji ortak derslerdi ve daha kalabalık olarak alıyorduk fen fakültesinin anfisinde, kaloriferler hiç yanmıyordu, paltolu, şapkalı, eldivenli ders dinliyorduk.
Sonra, her şey arka arkaya geldi. Kılık kıyafet yönetmeliği yayınlandı, herkes kravat takacak, sakal bırakılmayacak, bir çok hoca istifa etmeye başladı, kalanları da 1402 ile görevden aldılar. YÖK çalışmaya başladı, ilk icraatı derslerin tek tipleştirilmesi oldu. Okulumuzun adı bile sakıncalı görülüp Edebiyat Fakültesi yapıldı.
Akşamları yurt penceresinden devriye gezen jandarmaları görürdük. Yurt müdürümüz albaydı.
1981-1986 yılları arasında felsefe okudum.
Tam felsefe okumalık yıllar... anlatacak ne çok şey var...

16 Kas 2007

Sünnetin Faydaları

Ortaokulu bitirip lise için beni İstanbul’a gönderdiklerinde, bizimkilerin unuttuğu benimse unutulmasını istediğim bir şey vardı. Neredeyse delikanlı olacaktım fakat hala sünnet edilmemiştim. İlkokul yılları boyunca, evin en küçüğü olarak böyle bir “kötülük” yapılamayacak kadar sevimliydim. Ortaokul yılları ise annemin “naapayım kıyamıyorum” babamın ise annemi suçlayarak “küçükken yaptırtmadın, olup kurrtulacaktı ne güzel, şimdi başımıza iş çıkardın.” konuşmalarıyla geçti. Benimse, büyüdükçe bu konudaki ilk zamanlar korkudan kaynaklanan karşı çıkışım giderek ne gerek var gibi bilinçli bir dirence dönüşüyordu.
Liseye başlamak için Istanbul’a gidince, evimizde bu konuda, ateşli tartışmalar yaşanmış ki, sömestr tatiline geldiğimde benle hemen pazarlıklar yapılmaya başlandı. Çok fazla direnç gösteremedim. Tamam, olsun, fakat düğün, tören filan istemiyorum, kimseye haber verilmeyecek, sünnet olacağım ve bu iş bitecek. Benim şartlarım bunlardı. Bir haftaya iyileşeceğimi hesaplıyordum.Şartlarıma uyuldu. Temmuz ortasında kimseye haber verilmedi, her şey aile içinde planlandı. Tatoş geldi. (İlçenin tek sünnetçisi) Acımayacak, acımayacak dedi. Doğru acımadı. Sadece kesildiğini hissettim, usturanın etimden kayışını.
Tatoş, yaramı sarıp sarmalayıp içeri geçti. Üstümü çarşaf gibi bir şeyle örttüler. Tebrikleri kabul etmeye başladım. Bitmiş olmasının gevşekliğini duyuyorum. Birazdan bacağımdan aşağı bir sızıntı hissettim. Bir şeyler akıyordu. Tatoş’u çağırdılar. Hemen açtı yarayı. Kanama durmamıştı. Yeniden sardı. Bu sefer ayrılmadı yanımdan, bekliyordu. Biraz sonra sızıntıyı yeniden hissettim. Yeniden açtı. Rengi değişmiş, elleri titriyordu. Tatoş’un yüzündeki korku evdeki herkese yayıldı. Anneme “ocakta kül var mı?” diye sordu. “Ocak külü, onu eleyip getirin” dedi. Çabuk. Kanama sürüyordu. Ben yanlış bir yeri kesti galiba diye düşünüyorum. Keşke küçükken olsa bitseydi sözleri de uçuşuyordu ortalıkta. Komşunun ocağından ince elenmiş kül getirdiler. Tatoş, beni belden aşağı küle gömdü. Kanama durdu mecburen. O gece öylece kaldım. Sabahleyin erkenden gelip, külleri temizledi ve yeniden pansuman yaptı.
İki hafta boyunca yattım. Düzenli olarak pansumanlarım yapıldı, fakat bir iyileşme olmadığı gibi vücudum yavaş yavaş şişmeye başladı. 3. hafta hastaneye gitmek zorunda kaldık. (şartnamem bütün anlamını yitiriyordu, herkes duymuştu artık sünnetimi) Doktor, sünnetle pek ilgilenmedi, antibiyotikler verdi, şekerden kuşkulandı, diyet yazdı. 5. hafta yine hastanedeydim, iyileşemiyordum bir türlü. Doktor bu sefer yarama baktı ve sorunların nedeninin orası olduğunu anladı. Yarayı iyileştirmeye yönelik bir tedavi başlattı. Kül tedavisi vücuduma adeta bir mikrop yüklemesi yapmıştı.Yavaş yavaş vücudumun şişliği inmeye başladı, sonra da yara iyileşmeye başladı. Okullar açıldığında İstanbul’a doğru yola çıkarken üzerimde hala geniş bir pantolon vardı.
Oğlumun sünnetine çok uzun süre karşı çıktım ve bu konuda saatler süren tartışmalar yaptım. Bir gün oğlumun söylediği, “ama Yılmaz, herkes oluyorsa...” sözü beni bitirdi. En kestirme yoldan sünnetini yaptırdık. Benim başıma gelenlerin hiçbiri olmadı.
Yaşanabilecek olumsuzluklar için değil sadece, sünnet bana göre bir hak ihlali. Nasılsa yetişkin olunca da olunabiliyor, oysa küçükken yapıldığında geri dönüşü yok. Sağlık filan gibi gerekçeler de hikaye! Afrika’da kadınların sünnet edilmesine karşı çıkanların gerekçeleri, neden erkekler için de gerekçe olmuyor? Bunun dinsel emirler dışında bir gerekçesi olamaz. Sonuçta ben geri dönemiyorum. Cinsel birleşmeden aldığım hazzın azalmadığını nereden bilebilirim.
Sevgili Tatoş Amca sana çok kızmıyorum, ama… kestin attın sonuçta, yetmiyormuş gibi bir de küle gömdün...

15 Kas 2007

Televizyon

Televizyon diye bir aletin varlığını ne zaman duydum bilmiyorum ama çalışır halde ilk kez orta ikide gördüm. Çarşıda bir dükkanın vitrinindeydi, karşısına her yaştan insanlar toplanmıştı. Bir ayakkabı tamircisini anlatan belgesel vardı yayında, siyah-beyazdı. Durup hayranlıkla izledim, karmaşık duygular içindeydim, büyülenmiş gibiydim.
Sonra çok hızla yaygınlaştı. Erzurum’a kurulan bir vericiden paket yayın yapıyordu, sık sık da kesiliyordu. Babam “daha bir şeye benzemiyor” diyordu. Bekliyorduk. Bu bekleme bir komşumuzun televizyon almasıyla son buldu. Mahallede ne de olsa bir rekabet vardı ve televizyon çıkmışsa bizde neden yoktu? Kırgındık. Akşamları komşular televizyonlu evde toplanmaya başlamıştı. Biz gitmiyorduk.
Erzurum vericisinden paket yayın başladıktan bir yıl sonra evimize televizyon girmiş oldu. Kocaman bir de anteni vardı, dallı budaklı . Fakat, abim(teknik konulardan o anlardı) ne yapıp ettiyse de bir türlü yayını alamadık. Anten daha yüksekte olmalı dendi, en az 6-7 metre. Bu yükseklikte bir ağaç düşünüldü fakat hem böyle bir ağaç yoktu hem de çok kaba olacaktı, ideal olan demir bir boruydu, fakat demircide bu boyda bir boru yoktu, ilden getirilmesi gerekiyordu ki bu da hemen olabilecek birşey gibi görünmüyordu. Çok mutsuzduk.
Evde televizyon vardı fakat her akşam bir umut açıyor biraz kurcalıyor fakat hiçbir şey izleyemiyorduk.
İkinci gün abimin aklına hepimizin yüreğini hoplatan bir fikir geldi. Doğru babamın dairesine (Halk Eğitim Müdürlüğü) koştuk. Babamın dairesinin karşısında terkedilmiş bir sanat okulu vardı ve önünde de bir bayrak direği. Babam dışarı çıktı, uzun uzun bir bize bir de direğe baktı. “Tamam, çürüyüp gideceğine bari bir işe yarasın.” dedi ve arkasını dönüp gitti.
Bayrak direği kesilip getirildi. Tam 7 metre. Tepesinde anten. Akşam görüntü cam gibi. Karşısına dizildik. Komşular da geldi. Erzurum’dan paket yayın alıyoruz, İstanbul, Ankara'nın izlediğini biz bir gün sonra izliyoruz; gazetemiz de bir gün sonra geldiği için güncellik sorunu yok, gazeteye bakıp akşam ne var öğreniyoruz. Sık sık yayın kesiliyor, beş on dakika Erzurum’un Çifte Minareleri’ni seyrettiğimiz oluyor.
Televizyonda ne mi var?
“Arjantin 78” var. Dünya Kupası, hey yavrum hey...
Gözümsün televizyon.

10 Kas 2007

Hayalimdeki Acı

Genelkurmay Başkanının PKK'lılar için söylediği, "Onlara hayal bile edemeyecekleri acılar yaşatacağız" sözlerini gazeteden okuyunca, 1985 yılında İzmir Emniyetinde geçirdiğim 15 gün geldi aklıma. Demek, "hayal bile edilemez acı" bende işkence çağrışımı yapıyor. "Hayal bile edilemeyecek acı" başka ne olabilir ki?
Bir insan eğer suçluysa, teröristse, yakalarsın, hapse atarsın, cezası neyse onu çeker, çatışmayı göze alıyorsa, dahası ölür. Var mı bunun daha ötesi? "Hayal bile edilemeyecek acı" da nedir?
Örneğin, ellerinizin arkadan bağlı olduğunu düşünün, sonra o bağlanma noktasından yukarıya doğru kaldırıldığınızı ve vücudunuzun havada asılı kaldığını düşünün. En çok nereniz acır? Hayal bile edemezsiniz.
Yere sırtüstü yatırıldıktan sonra tabanlarınıza bir sopayla vurulduğunu düşünün, bir, iki, üç sonra? Nasıl bir acı?
Çıplak olduğunuzu düşünün, gözleriniz bağlı, penisinize vurulsun. Nasıl bir acı? Bu acı nasıl hayal edilebilir?
Bir demire kelepçelenip, günlerce gözleriniz bağlı ve ayakta bekletildiğinizi düşünün. Uyumamanız için sürekli olarak yerinizde saydırılsın. yiyecek ve içecek de yok. Hadi hayal edelim nasıl bir acı bu? Ne kadar dayanılır bu acıya?
Birine, onun "hayal bile edemeyeceği acılar" yaşatabilmek için, o acıların daha önceden, bu acıyı yaşatacak olanlar tarafından düşünülüp tasarlanması gerekir.
Bu acılar, acıyı çekenleri değil, onu hayal edip uygulayanları kirletir yalnızca.

8 Kas 2007

Sevenler Sineması

Sevenler sineması, yazlık sinemamızdı. İlçe merkezine hakim bir tepede, yüksek duvarlarla çevriliydi. Sinemanın önü akşam üstü sulanıp, süpürülürdü. Toprak kokardı. Sesi sonuna kadar açılmış pikaptan çalan arabesk müzikler bizim evden bile duyulurdu. “Ben buyum seversen canım sana feda, ben buyum sevmezsen sana da elveda...”
Biz, ya sinemanın önünde ya evin önünde bu mizikler eşliğinde oynardık. Film başladığında, ilk beş dakikasında filan filmin seslerini dışarıya verirlerdi. Yazlık sinemaya, geç saatlere kaldığı için yalnız gidemezdim.
İki tane de kapalı sinemamız vardı. Biri, yine Sevenler Sineması, diğeri ise Uğur Sineması. O hafta oynayan filmlerin afişlerini, sinemacılar, biri önlerine öbürü arkalarına gelecek şekilde iple bağlayıp boyunlarından geçirir, giysi gibi giyerlerdi. Yürüyen afişler gibi olurlardı, sadece kafaları ve ayakları görünürdü. Mahalle mahalle dolaşır “Sevenler Sinemasında bu gece iki film birden...” diye bağırırlardı.
İlçeye gelen hemen hemen bütün filmleri izlerdim. İlkokulda sık sık okulca da sinemaya gittiğimizi anımsıyorum. Bütün okul, sıra olur, marş marş sinemaya giderdik, üstelik, tarihi, eğitici filan olması gerekmezdi gittiğimiz filmler. Normal melodram filmlere bile giderdik okulca. Şimdi inanılmaz geliyor. Oysa ne güzeldi.
Sonra olanlar oldu, bırakın ilçeleri, büyükşehirlerde bile sinema kalmadı nerdeyse. Son 10 yıldır büyük şehirlerden başlayarak yeniden yaygınlaşıyor. Fakat Bulanık’ta, benim Bulanık’ımda şu anda sinema var mı bilmiyorum. Ama ben ilkokula, ortaokula giderken biri yazlık ikisi kışlık tam üç tane sinema vardı, bunu biliyorum.
Uğur Sineması
Sevenler sineması
Sevenler sineması yazlık.

5 Kas 2007

Sabah Tokadı

Ortaokulu bitirince (1977) bizimkiler, bu çocuk buralarda (Bulanık'ta) ziyan olacak, İstanbul'a gönderelim, orada okusun diye karar verdiler. Yeşilköy 50. Yıl Lisesine başladım. Amcamlarda kalıyorum, Küçükçekmece, Tepeüstü'nde. Sabah karanlıkta kalkıyorum. Tepeüstü'nden, Küçükçekmece tren istasyonuna yürüyorum, ordan da Yeşilköy'e. Hava 1. dersin sonunda filan aydınlanıyor. Sabah kalkmak çok zor geliyor.
O günlerden aklımda kalan, sık sık gördüğüm tuhaf bir rüya. Rüyamda, uzaktan bir kadın görünüyor ve bana doğru gülümseyerek yaklaşıyor. sanki yürümüyor da ayaklarında tekerlek var gibi. uzun bir elbisesi var, kaftan gibi. Başı beyaz bir örtüyle sarılı. Tanıdığım kimseye benzemiyor. Bana doğru yaklaştıkça yüzündeki ifade sertleşmeye başlıyor. Giderek korkunç bir hal alıyor ve tam karşıma geldiğinde, kolunu sonuna kadar geriyor ve bana bir tokat atıyor. Bu tokatla uyanıyorum. Kalkma vaktı. Yanağım yanıyor sanki, kalbim çarpıyor. Saatin çalmasına 5-10 dakika kalmış oluyor genellikle. Yatağın içine gömülüp saatin çalmasını bekliyorum.Annem olsa diye düşünüyorum. beni ne güzel uyandırırdı. Saçımı okşardı. Beş dakika, beş dakika daha diyerek naz yapardım.
Liseyi bitirdikten sonra bir daha hiç tokat yiyerek uyanmadım. Ne zaman erken kalkmam gerekse saati kurarken aklıma gelir: Yine gelir mi acaba, tokatçı teyze?
Gelir mi?

1 Kas 2007

Barış Bebek

12-13 yaşlarında, abim evlendikten hemen sonra amca olmuştum. Barış, annesi gibi masmavi cam göz bir bebekti. Ele avuca gelip etrafa gülücükler filan atmaya başlayınca da evde bir sevinç kaynağı olmuştu, herkes onu el üstünde tutuyordu. En küçük olma ayrıcalığımı kaybetmiştim; fakat Barış'ın gülücükleri öyle güzeldi ki bu durumdan rahatsız olmuyordum.
Abim Gülçimen Köyü ilkokulunda öğretmenlik yapıyordu fakat ağır kış koşulları nedeniyle sık sık ilçede yani bizde kalıyorlardı.
Kış çok ağır geçiyordu. Soğuk her şeyin üstündeydi. Barış dokuz aylıktı. Hastaydı. Ateşleniyordu sık sık ve bir türlü iyileşememişti. Yengem daha 19 yaşında bir köy kızıydı. Kendisi çocuktu. Ne yapacağını çok bilemiyor eli ayağı birbirine dolanıyordu. Bir iki kere ilçedeki doktora götürüldü, Erzurum'a, Van'a götürmek gerekiyor mu diye yoklandı. Hayır. Gerek yoktu. Üşütmüştü, iğneler, ilaçlar bitince iyileşecekti. Herkes bekliyordu.
Bir öğlen vakti. Dışarda kupkuru bir ayaz var. Herşey donmuş, buza kesmiş durumda. İçerde cayır cayır soba yanıyor. Pencereden dışarıyı seyrediyorum. Annemden bir şey demeyen acılı bir ses çıkıyor. Herkes Barışın başına toplanıyor. Bir koşuşturma oluyor. Anlamsız sesler ağlama seslerine dönüşüyor. Ablam kolumdan çekip beni dışarı çıkarıyor, koş abimi çağır diyor çabuk.
Çıkıyorum evden. Abim nerede? Çarşıda. Tamam da ben ona ne diyeceğim. Kendime bile söyleyemiyorum. Adımlarım yavaşlıyor. Ne diyeceğim? Ne?
Kahveden içeri giriyorum. Abim orada, sırtı bana dönük, kağıt oynuyor. Yaklaşıp omuzuna dokunuyorum. Hala ne diyeceğimi bilmiyorum. Bana dönüp bakıyor. Sadece ağlıyorum. Gel diyorum ve koşarak çıkıyorum dışarı.
Bedeni soğumamış alev alevmiş diye imam duraksıyor. Ayna istiyor. Nefesi var mı diye, aynayı dudaklarına yaklaştırıyor: Yok. Vücudu birden bire kırmızı lekelerle doluyor. Gizliymiş. Gizli çiçek varmış diye konuşuyorlar duyuyorum.
Kırmızı bir suçluluk içimizi yakıyor. Kıpkırmızı.
Bir yastığın üzerinde götürüyorlar Barış'ı. Bembeyaz.
Abimin dört çocuğu oluyor daha sonra, hepsi kız.

30 Eki 2007

As Sineması

Üniversite yıllarımın bende iz bırakan güzelliklerinden biri As Sinemasıydı. Güzelyalı Parkının içinde belediyeye ait bir binadaydı sinema. (Binayı yıkıp yeniden yaptılar. Şimdiki adı Güzelyalı Kültür Merkezi)
1981 yılından başlayarak sanırım üç yıl boyunca bu sinemada oynayan bütün filmleri izledim. Sinemayla ilgili estetik bir bakış kazanmamda bu sinemanın büyük rolü oldu. Fellini, Bunuel, Antonioni, Visconti... Neler neler... Nerdeyse bütün klasikler arka arkaya gösteriliyordu.
As sinemasında izlediğim ilk filmi ise hiç unutamam.
Okulda daha yeni tanıştığım arkadaşlarım ders sonrasında, hadi sinemaya gidelim dediklerinde, nereye gideceğimi, ne izleyeceğimi ve nasıl izleyeceğimi bilmiyordum.
Amarcord oynuyormuş, bilmiyordum.
Birlikte sinemaya gittiğimiz arkadaşlarımdan biri sinemanın önünde başka bir arkadaşıyla karşılaştı.
Nereden bilebilirdim, sinemada sağ yanıma oturacağını.
Bana, filmi daha önce izlediğimi söylediğim için sürekli sorular soracağını da bilemezdim.
Bildiğim bir şey vardı; o da film boyunca onun kulağına birşeyler fısıldamaya çalışırken yüzümü saçlarına gömdüğüm ve bu duygunun bana çok iyi geldiğiydi.
Film hiç bitmeseydi de olurdu.
Ama bitti.
Onun, ertesi gün okul kampüsünde karşıma çıkacağını ise hiç bilemezdim.
Ama çıktı.

29 Eki 2007

Küstüm

Kendimi bildim bileli, bir şeye kırıldığımda, hemen bir kenara çekilir ve kendime dönerim. Küserim.
Sessizce küserim, kimsenin haberi olmaz.
Ben çok küçükken evlenen ablamı saymazsak, altı kardeşli bir evde büyüdüğüm için, en küçük olduğumdan, hep el üstünde tutulmama rağmen, küsecek bir şey bulmak o kalabalıkta hiç de zor olmazdı.
Anneme küsüp, çok istediğim halde, dizine yatmazdım; ince bir kazakla, soğuktan titreyerek karlarda yuvarlanırdım, hasta olayım diye.
Babama küsüp, yepyeni ayakkabılarımla çamurlara basar, taşlara tekme atardım.
Abime küsüp, sofrada yanına oturmazdım.
Kimsenin haberi bile olmazdı benim küstüğümden. Bazen küskünlüğüm çok uzun sürerdi. Bir keresinde 6-7 yaşlarımda, yemek saatinden önce, sobanın üstündeki tencereden bir parça tavuk etini alıp tam ağzıma götürürken ablam yakalamış, elime vurarak eti yeniden tencereye bıraktırmıştı. Acıyla yutkunmuş, gözlerimden süzülen yaşlarla dışarıya fırlamıştım.
O gün sofraya oturmadım. Öğleden sonra gizlice mutfaktan aşırdığım ekmekle doyurdum karnımı. Sonraki günlerde et yemedim. Tabağımdaki etleri yanımdakine verirken et yemek istemediğimi özellikle yüksek sesle söyledim. Yemeği ablam koyuyorsa, 'bana et koyma' dedim. Et yememe eylemimi kendi kendime belki bir aydan daha fazla sürdürdüm, kimse farketmedi.
Büyüdüm, küsmelerim hiç bitmedi.
Küskünüm hepinize...

26 Eki 2007

İlk Dersim Din Dersi

Üniversiteyi bitirdikten sekiz yıl sonra felsefe öğretmeni olma isteğiyle MEB'e başvurdum. Felsefe öğretmenine ihtiyaç olmadığı için ilkokul öğretmeni olarak atamam yapıldı. Eş durumundan İstanbul, Pendik, Kurtköy, Sülüntepe'de (okulun adını unuttum) bir ilkokula yapıldı atamam.
Kadıköyde oturuyorum, trenle pendik, sonra bir minübüsle Kurtköy, sonrası yürüyerek bir km filan. Okula girdim, müdür yok, müdür yardımcısı, "hoş geldin işlemleri çıkışta yaparız ben sizi sınıfa götüreyim." dedi. Yukarı çıktık, 4. sınıfmış, dersleri boş geçiyormuş. (15 Şubat 1996) Kapıyı açtı, kalabalık bir sınıftı bütün gözler üzerime çevrildi. Müdür yardımcısı, "yeni öğretmeniiz" dedi ve çıktı. Bir süre bakıştık, sanırım 50 nin üzerinde çocuk vardı. Çocukların üstleri başları dökülüyordu, yoksuldular. Adımı söyledim, daha önceki öğretmenlerini sordum, dersleri ne zamandır boştu? Sene başından beri hiç düzenli öğretmenleri olmamış, çeşitli öğretmenler gelmiş gitmiş...
Dersiniz ne dedim, din dersi dediler. hepsinin elinde kitapları vardı. İyi dedim ders yapalım. Nerede kaldınız? Şimdi unuttum, kitaptan bir konu gösterdiler, baktım, hiçbir fikrimin olmadığı abuk bir konu, tamam dedim, o konuyu sonra işleriz bugün başka bir konu işleyelim.
Kitabı karıştırmaya başladım, amacım şöyle bana göre bir şeyler bulmaktı, fakat bulamadım. Sonunda bir okuma parçası imdadıma yetişti. Sanırım Atatürk ve din vicdan özgürlüğü gibi bir şey, bu parçayı okuyalım dedim. Bir öğrenci okumaya başladı. Çok kötü okuyordu, başka bir çocuğa geçtim yine kötü. Çocukların okuma düzeyleri ilkokul 1-2 düzeyindeydi. Üstelik okunanlar da Atatürk'e saygısızlık gibi bir şeydi bana göre, kafamda hiç bir yere oturtamıyorum. Sıkıntı bastı. Zil de çalmak bilmiyor. Öğrenciyi durdurdum, sizin okuma yazmanız iyi değil, bundan sonra din derslerinde Türkçe yapalım dedim. Meğer öğrencilerin en sevdikleri dersmiş din dersi. Sonradan anladım ki aynı zamanda en çok şey bildikleri ders aynı zamanda.
Dönem sonuna kadar onlarla kaldım. Ben onları, onlar da beni sevdi. 54 karne dağıttım sene sonunda hepsinin din dersi 5 Pekiyi geldi. Bir daha da hiçbirini görmedim.

25 Eki 2007

Teflon Tava

Bayramyeri semtindeki bekar evimize üçüncü kişi olarak Sarkis adında tıp fakültesinde okuyan bir arkadaş geldi bir gün. Ev aslında, üçüncü kişi bir yana, iki kişi için bile çok küçük ve kullanışsızdı. Benim gördüğüm ilk teflon tava, Sarkis'in çantasından çıkmıştı, "arkadaşlar bu tava özel, lütfen bunu kullanmayalım" uyarısıyla. Sarkis'in bu tavayı bizim önümüzde ilk kullanımını film gibi izlemiştik. Yağ vıjt diye kaymıştı üzerinde, ayrıca bu tavayla tahta kaşık kullanılması gerekiyordu ve vardı da Sarkis'in bir tahta kaşığı. Üç yumurta kırılacak boyuttaydı, bizi büyüleyen yanı ise yıkamak gerekmiyor olmasıydı, tava kendiliğinden temizlenme özelliğine sahipti. Bilim ve teknoloji işte buydu... Sarkis, tavayı güzelce ekmekle sıyırıyor sonra peçeteyle de şöyle bir silince tava pırıl pırıl oluyordu.
İlk günlerin yabancılığını atınca, Sarkis yokken gizlice kullanır olduk teflon tavasını, biraz daha tanışınca yanında da kullanmaya başladık. Muhteşemdi. Aylarca hiç yıkamak gerekmiyordu.
Sarkis bizimle sanırım altı ay filan oturdu. Birgün eşyalarını topladı, gidiyorum dedi ve gitti. Giderken teflon tavasını almadı. Bu büyük bir armağandı bizim için. O tavayı sanırım canını çıkarana kadar kullandık. Son anımsadığımda teflon olma özelliği pek kalmamıştı...
Tahta kaşık kullanmak konusunda da "boşver artık" diyorduk. "Ne tahta kaşığı?"

9 Eki 2007

Ev Sineması

Babam Bulanık Halk Eğitim Merkez Müdürüydü ve müdürlüğünde sanırım halkın eğitilmesi amacıyla kullanılmak üzere bir 24 mm film makinası bulunurdu. (Makina vardı ama eğitim filmi yoktu) İlçemizde üç kışlık bir de yazlık sinema vardı ve bu sinemalarda gösterilen filmler de 24 mm'likti.
Teknik konulara oldum olası meraklı olan abim, sinema makinasını yüklenip eve getirirdi. Babamın hatırını kullanarak o hafta sinemada oynayan filmi de alınca ev sinemamız tamamlanmış olurdu. Upuzun salonumuzun bir ucuna beyaz perde gerilir, diğer ucunda abim makinayı kurar, filmi takar konu komşuya haber verilir ve film başlardı.
Nedendir bilmem, boş makara yok diye belki, film, projeksiyonun önünden geçtikten sonra kocaman bir çamaşır leğenine akardı. Film bittiğinde koca leğen tepeleme dolardı filmle, abim onu tekrar yerine sarardı sonra. Ömercikleri, Sezercikleri, Yeşil Kurbağaları hıçkırıklar arasında hep evimizde izledim.
Sinema filmleri 35 mm olunca halk eğitim müdürlüğünün sinema makinası işlevsiz kalmış oldu. 24 mm lik o projeksiyonla başlayan sinema büyüsü, daha sonra Bulanık'taki sinemalarda devam etti benim için. Uğur Sineması, Sevenler sineması... Hemen her filmi izlerdim. O yıllardan kalmış olmalı, evde film izlemek en büyük tutkum, yalnız izlediğim dvd'leri saklıyorum, belki bir gün konu komşuyla da toplanıp izleriz diye...

Üniversite Seçimi

12 Eylül adeta hevesimi kursağımda bırakmıştı; orta ikide Nazım'ın şiirleriyle başlayan sol düşünceye olan ilgim, tam bilinçli bir tercihe dönüşecekken ortalık birden bire dümdüz olmuştu. Darbe olduğunda Lise 2'den 3'e geçmiştim, Muş-Bulanık'ta doğup büyümüş bir çocuk olarak İstanbul'da lisedeydim. Bir yandan sıla özlemine bulaşmış bir bilinçle, herkese karşı arabesk bir öfke duyuyor, bir yandan da öfke duyduğum herşeye benzemeye çalışıyordum. Onlar gibi olmak, onlar gibi konuşmak istiyor, kendimi dönüştürmeye çalışıyordum.
Elime geçen herşeyi yutarcasınac okuyordum. Okuduğum lisede pek solcu yoktu, herkesin söylediğine bakılırsa bizim lise, burjuva lisesiydi. Bir iki tane solcu arkadaşım vardı ve zaman zaman onlarla konuşuyordum.
İşte tam bu sırada, kendimi bulmak üzereyken gümm diye darbe oldu. Lise 3'te kayda değer hiçbir şey olmadı, belki bir iki birşey okumuşumdur o kadar. Dersaneye gidemedim. Üniversite sınavı sanırım o yıl iki aşamalı oldu. Türkçem eskiden beri hep iyiydi, matematik dersi de sevdiğim ve başarılı olduğum bir dersti. Bu ikisi bana yetti. İlk sınavı fena olmayan bir puanla kazandım. Tercih yapmaya sıra geldiğinde, tek istediğim siyasetle ilgilenebileceğim bir okul bulmaktı. Siyaset, hukuk filan yazdım Boğaziçi, ODTÜ...
Bu iki okuldan sonra daha önce hiç gitmediğim İzmirde, Ege felsefeyi yazdım. İzmiri solcu bir kent olarak biliyordum. Deniz kenarındaydı, haritada çok güzel görünüyordu.
Sonuç Ege Felsefe olarak geldi. Mutluydum. Kayıt için babamla geldiğimde, ilk Basmanede çıktı karşıma İzmir, Yeni Sadıkbey Otelinde...
Sonra, sonrası...

8 Eki 2007

Edebiyat Öğretmenim Vildan Hanım

Yeşilköy 50. Yıl Lisesi'nde okurken, köyüme duyduğum özlemle küçük küçük hikayeler yazmaya başlamıştım. Edebiyat dersim de fena değildi, genelde ortalamanın üstünde notlar alırdım. Edebiyat hocam Vildan hanım da severdi beni. Aslında çok başarılı bir ortaokul dönemi geçirdiğim için, (6 tane taktirname almıştım, babam ilk üç tanesini çerçevelettirmişti) lise notlarım düşük bile sayılırdı. Sonuçta Muş'un süper öğrencisi olarak, Yeşilköy'de ancak zayıfsız geçebiliyordum. Sessiz sedasız bir öğrenciydim. Özlem doluydum. Dokunsalar ağlayacak bir haldeydim.
Neyse yazdığım hikayeler köy hikayeleriydi. Reşolar Sılolar filan... Biraz Fakir Baykurt, biraz Yılmaz Güney...Biraz solcu... Birgün, beğendiğim iki tanesini okuması için Vildan Hanıma verdim. Ondan sonra ne diyecek diye merak içinde beklemeye başladım. Bir hafta sonra filan koridorda durdurdu beni, çantasından hikayelerimi çıkardı. Ve "Yavrum çok uğraşmışsın ama bak kendine dikkat et, ortalık çok karışık, sen sevdiğim bir öğrencisin, ben sana söyleyeyim böyle gidersen sonun belli sen anarşist olursun. Benden söylemesi, al bunları, dikkat et..."
Kıpkırmızı oldum. Yakalanmıştım sanki.
"Tamam hocam dedim, bir daha yazmam..."
Bir daha köyle ilgili ya da köyde geçen hiçbir şey yazmadım.

12 Eylül 1980

Bulanık'tayım, aslında liseyi İstanbul'da okuyorum ve 2'den 3'e geçmişim. Fakat, sanırım henüz okullar açılmadığı için ben hala ordayım. Çarşıda, bir tanıdığın dükkanının önünde kavun satıyorum. Amcamın köyde tarlasında yetiştirdiği kavunları. Satışlar iyi gitmiyor, kavunlar eskimiş artık, bitse de kurtulsam diye ucuz ucuz veriyorum. Bitmiyor bir türlü.
12 Eylül sabahı marşlarla uyandığımızda ilk aklıma gelen kavunlar oldu. Bu işten kurtuldum galiba diye içten içe biraz sevinmiştim bile. Giyinip dışarı çıktığımda, ortalıkta olağanüstü bir durum göremedim. Bahçede iki abim ve yan komşumuz Hikmet Abi konuşuyorlardı. Yanlarına gittim. Abim, "nereye, bi yere gidemezsin, duymadın mı radyoyu?" dedi. Sesimi çıkarmadım. Devam etti, "televizyonun altındaki kitapları yok et, başımızı belaya mı sokacaksın?" Kitapları unutmuştum. Bir arkadaşımdan almıştım, şimdi unuttum ama marksist kitaplardı ve tam o gün öğlende buluşacaktık ve kitapları geri verecektim. Hemen kitapları alıp sakladım. Çarşıya doğru yürümeye başladım. Çarşı dediğim, birbirini dik kesen iki caddeden oluşmaktaydı. Ortalıkta çoluk çocuk dolaşıyordu, büyükler pek yoktu, asker filan da görmemiştim daha.
Caddeye yaklaştığımda uzaktan askerleri gördüm. Durdum. İşaretle herkese geri gitmelerini söylüyorlardı. Tam o sırada caddeden boydan boya bir asker gurubu rap rap düzenli bir yürüyüşle geçti. Herkes korkuyla onları izliyordu. Yanıma gelen asker "sokağa çıkma yasağı var hadi herkes evine diye bağırdı" İrkilmişim, "kavunlarım var" dedim. "Naapacaksın kavunları yasak diyorum" diye haykırdı. "Açıkta, çalınırsa" deyiverdim. "Kimse yok ortalıkta biz mi çalacağız senin kavununu" diye yeniden bağırdı. Söylediğim bana da anlamsız geldi. Döndüm eve.
Öğlen olmasını bekledim. Arkadaşımla babamın dairesinin yakınında bir yerde buluşacaktık. Eğer gelmezse, kitaplarla eve dönmeyecek onları yolda bir yerlere saklayacaktım. Buluşma yerine gitmek sorun olmadı, askerler sadece ana caddeleri kontrol ediyorlardı. Arkadaşım geldi. Hiç konuşmadık, kitapların olduğu paketi verdim ve hızla geri döndüm.
Ne kadar tehlikeli bir şey yaptığımı (yaptığımızı) anlamam çok uzun sürmedi. Cahil cesareti ya da çocuk cesareti bu olsa gerek.
Ha, unutmadan, o kavunlardan bir hayır gelmedi. Sokağa çıkma yasağı bittiğinde, çoğunu yere yapışmış olarak buldum. Kalanları da kimse almadığı için, onlar da yere yapıştılar. E biraz da yedik canım, çok ballıydılar...

2 Eki 2007

TCDD Pasosu

Lisede her gün okula trenle gider gelirdim. Küçükçekmece'den Yeşilköy'e. Aylık tren pasoları alırdım. Bazı aylar, özellikle tatil filan varsa paso almazdım. Trenden inerken bilet kontrolü yapıldığı için, bileti olmayan bedavacılar normal çıkış yerine istasyondan atlayarak çıkarlardı istasyondan.
Bedavacılara karşı ayrıca trende de bilet kontrolü yapılırdı. Bedavacılar, biletçiyle köşe kapmaca oynarlardı adeta, biletçi bir vagona girerken onlar inip başka vagona geçerlerdi. Bazı biletçiler, bu durumu fazla dert etmezken, bazıları hırs yaparlardı ve çok komik durumlar olurdu. Kapının kenarında dikilip her istasyonda inen binenleri ve biletçi-bedavacı koşuşturmasını seyretmek hoşuma giderdi.
Bazen biletçiler de tren hareket ettikten sonra, son anda atlarlardı bir vagona, böyle durumlarda trenin daha da hızlanmış olmasına aldırmadan trenden kendini atanlar da olurdu. Biletçi eğer yakaladıysa, cezalı bilet keserdi, bu bilet normal bilet fiyatının üç katıydı. Bu yüzden de, bedavacı yakalansa bile uzun uzun pazarlık eder, bir sonraki istasyonda kaçmaya çalışırdı. Bazen, biletçi insafa gelir bir sonraki istasyonda normal bilet aldırırdı.
Bazı kişiler de biletçiyi görür görmez cüzdanını çıkarır ve normal biletin üç katını hiç konuşmadan öderlerdi ve treni kaçırmamak için bilet almaya zaman bulamamış kişi izlenimi yaratırlardı. Ben onları pek inandırıcı bulmazdım, çünkü ben de bedavacı olsam öyle yapardım diye düşünürdüm.
Lise ikinci sınıfta, Sivas'tan sınıfımıza yeni gelmiş bir arkadaşım oldu (adını unuttum). Bu doğululuk bizi yakınlaştırdı sanırım. Onun babası, TCDD'de memur olduğu için yıllık ücretsiz pasosu vardı. Bir gün onu bana verdi, sen bununla gidip gelsene dedi. Baktım üzerinde fotoğraf, isim filan var, nasıl olacak böyle dedim, boşversene ya dedi soran mı var tip olarak da zaten benziyoz. Eee sen dedim. Babam bana ömürlük paso verdi dedi ve başka renk bir paso gösterdi. Bunu kaybettiğimi söyledim dedi.
İlk günler biraz çekinerek gösterdiysem de sonra sonra rahatladım. Bütün yıl pasomu gösterdim ve geçtim.

1 Eki 2007

İlk Aşkım

İlkokul iki belki de üçüm. Evimizin yan tarafında, bizimkilerin sonradan yaptırdıkları küçük bir evimiz daha vardı. İki oda bir salon taş bir ev.
Bu evimizi günün birinde, ilçemize tayini yeni çıkmış olan, bir tapu memuru, ailesiyle birlikte oturmak için kiralamıştı. Upuzun boylu, ince dal gibi, gözlüklü bir adamdı. Karısından hiç birşey anımsamıyorum ama iki kızı vardı. Sema ve Serap. Sema benim yaşıtımdı, inceydi babası gibi, uzun sarı saçları vardı. Serap, Sema'dan bir yaş küçük, daha toplu bir kızdı. Sema, daha ilk gördüğüm andan başlayarak benim için hep özeldi. Birlikte dolaşır, oynardık. Çok şey konuştuğumuzu anımsamıyorum, ama hep beraberdik. Bir kere oyun gereği öpüşmüştük de. Çok özel gelmemişti bana öpüşmek. Ama onun yanında olmak, kolunu tutmak özeldi benim için.
Annemin lahana bahçesinde, sıra sıra dizili ve göbeklerini birbirine dayamış olan lahanaların altına girer yatardık. Hiç kıpırdamaz, konuşmaz, dışardan gelen sesleri dinlerdik.
Annemler, benim Sema'ya aşık olduğumu söylerlerdi. Kızardım onlara ama galiba haklıydılar. Sema'lar bir buçuk yıl filan oturdular bizim evde. Sonra babasının tayini çıktı. Koca bir kamyon yüklenip götürdü bir gün onları. Kendimi çok çaresiz hissettim. Kalbim, metal bir levhanın altında ezildi sanki. Hiç sesim çıkmadı.

27 Eyl 2007

Babam

Babam, Bulanık Halk Eğitim Merkez Müdürü idi. Kars, Cilavuz Köy Enstitüsü mezunu. Kars'ın köylerinde uzun yıllar öğretmenlik yapmış, sonra Bulanık'a taşınmışlar. Ben kendimi bildim bileli, babam müdür. Herkesin saygı gösterdiği ciddi bir adam, devlet memuru. Aynı zamanda kel. Babamı hiç saçlı olarak anımsamıyorum (oysa varmış bir zamanlar)
Düzenli bir hayatı var babamın. Her öğle saat 12 de dairesinden çıkar ve yürüyerek eve yemeğe gelir. Her öğlen 12.15 te sofrada olur. Yer sofrasında yemek yer, sonra arkasındaki büyük yün yastığa doğru kaykılır, annemle mırıl mırıl bir iki şey konuşur, ablam önünden tepsiyi alınca ayaklarını uzatır ve onbeş dakika uyuklar, sonra da sessizce çıkardı.
Hep aynı yoldan, hep aynı saatlerde geçerdi babam. Arkadaşlarım ve başka çocuklar babama keltoş derlerdi. Duyardım. İncinirdim.
Kendimle ilgili "kel" sözcüğünü başkalarından çok ben sıkça kullanıyorum. Belki kendimi incinmekten korumak için.
Babam gördüğüm en güzel keldi.

26 Eyl 2007

Soğuğa Karşı Gazete

Annem soğuk günlerde okula giderken göğsüme ve sırtıma fanilamın altından gazete yayardı. Önce rahatsız edici bir duygusu olurdu bunun, sonra hissetmezdim. Yola çıktığım ilk anlarda, hış hış diye bir ses çıkar fakat sonra vücut ısısıyla gazete gevşeyince, bu ses de duyulmaz olurdu. Eğer koşturup terlemişsem eve döndüğümde gazete kağıdı tenime yapışmış olurdu, bu iğrençti işte.
Soğuk gerçekten de bazen nefes kesici olurdu (-30-40), bu soğukta kalın yün kazaklarla ve lastik ayakkabılarla giderdik okula.
Dışardan koştura koştura içeri girdiğimizde cayır cayır yanan odun sobasının önünde vücudumun her yeri sızlardı. En çok da parmaklarım sızlardı, gözlerimden yaşlar boşalırdı fakat sobanın önünden ayrılmazdım yine de...

25 Eyl 2007

Buğday Çuvalı Üstünde

Çocukluğum bir memur çocuğu olarak Bulanık'ta geçti. Yaz aylarında sıkça amcamların oturduğu köye giderdik. Sanırım ben orta birdeyken, amcamın oğluyla birlikte (benden bir yaş küçüktü) buğday çuvalları yüklü bir öküz arabasını ilçeye, değirmene götürmemizi istemişti amcam. Bu sorumlu görevin bize verilmesinden dolayı çok mutluyduk.
Amcamlar akşamdan çuvalları arabaya yüklediler. Arabaya öküz arabası deniyor ama, amcamın mandaları olduğu için, iki tane manda çektiği bir araba. Biz de akşamdan büyük bir heyecanla hazırlıklarımızı yaptık. Güneş doğmadan yaklaşık iki saat önce yola çıkılacak, yol toplam üç saat filan. Bir paket Bitlis sigaramız var, ateşimiz yok, evden bir kibrit aşırıp onu da hazır ettik. Gece heyecandan ancak bir kuş uykusu uyuyabildim.
Sabahleyin (sabah denirse) uyandırdılar. Amcam mandaları koşma işini filan yapmış. Arabaya, birer çuvalın üstüne kurulduk, kıl çuvallar tıka basa dolu. Arabanın kontrolü amcaoğlunda, köyü biraz çıkınca hemen cığaralarımızı yaktık. Araba ilçenin yoluna girdi, mandalar belli bir ritm tutturdular, bir şey yapmaya gerek yok, dümdüz toprak bir yol zaten, kendiliklerinden gidiyorlar.
Sigarayı üst üste yakıyoruz, bitmesi gerekiyor çünkü, biraz da üşüyoruz. Ceketime sarılıyorum, biraz daha rahat bir oturma pozisyonu almaya çalışıyorum. Kızgın güneş kendini gösterdiğinde uyanıyorum. ilçe uzaktan görünüyor. Amcaoğlu da uyanıyor. Bulunduğum yerde alçaldığımı farkediyorum. Eyvah! Oturduğum çuval, nerdeyse zemine kadar inmiş. Çuvalın altında bir delik, üstünde de benim ağırlığım olduğu için, yol boyunca buğdaydan bir çizgi çizmişiz. Çuval aşağıya indikçe ben oturduğum yerde giderek rahatlamışım.
Bizden sonra minübüsle gelenler anlattılar. Yol boyunca köyden ilçeye kadar uzanan buğdaydan çizgi sabahın ilk ışıklarıyla kuştan bir çizgiye dönüşmüş...

24 Eyl 2007

Akasyanın Üstünde

Evimizin önünde büyükçe bir akasya ağacı vardı. Yaz ayları çok kurak geçtiğinden her yer gri bir sarıya keserdi adeta, öğleden sonraları çıkan rüzgar ise tozu dumana katardı, gözünü bile açamazdı insan. Oyun oynamak filan olanaksızdı, zaten oynayacak kimse de olmazdı ortalıkta. İlkokul yıllarımda günümün çoğunu bu akasya ağacının tepesinde geçirirdim. Oturduğum çatala evden esrarengiz bir şekilde kaybolan bir minder bile yerleştirmiştim.
Dalıma tüneyince etrafı seyreder, türlü hayallere dalar, kitap okur, cebime doldurduğum minik taşları sapanla sağa sola atardım. Bir çivinin ucunu kıvırarak çengel yapmıştım, bunu bir ipin ucunda aşağı sarkıtır, yerdeki nesneleri avlayıp yukarıya çekerdim. Bunu yapabilmek için ağaca çıkmadan önce yere bir takım avlar yerleştiridim.
Bu benim için saatlerce süren bir oyun demekti. Yakalama işinde de iyice ustalaşmıştım. Ortaokuldayken, tuvalet çukuruna düşen zavallı bir civcivi, herkes acıyarak seyrederken, kurduğum asansör sistemiyle hızla yukarıya çıkarmış ve annemlerin büyük taktirini kazanmıştım.
Yıllar sonra üç yaşındaki oğlum, oyuncak arabasını terastan iki kat aşağıdaki binanın çatısına düşürdüğünde, çengelli günlerim yine yardımıma koşmuştu. Hemen sekizlik bir çivi bulup keser ve pense yardımıyla ucunu kıvırarak çengel haline getirdim, ipin her türlüsü zaten bulunur bende, 10 dakika içinde oğlumun oyuncak arabası çengelin ucunda yukarıya yükseliyordu.
Arabayı çengelin ucunda gördüğünde oğlumun gülen gözleri ve baba olmak duygusu çok ama çok güzeldi...

Karanlık Sabahlarda

Liseyi, İstanbul'da Yeşilköy 50. Yıl Lisesi'nde okudum. Ben lise okurken ailem henüz Bulanık'taydı. Yalnızdım. Sabahları okula gitmek için sanki geceyarısı kalkıyormuşuz gibi gelirdi bana. Haksız da sayılmazdım aslında; kaldığım ev Küçükçekmece Tepeüstü'ndeydi okul ise Yeşilköy'de. Önce tepeden aşağıya yürürdüm (tepe de tepeydi yani) sonra trene binerdim, trenden sonra tekrar yürüyerek okula ve ikinci derste ancak hava aydınlanırdı. (elektrik kesikse iki ders giderdi)
Sabahları erken kalkmak benim için sorun olmadı, kalkarım kalkmasına ama uyanmam çok uzun sürer. Sabah halimle, mutsuz, keyifsiz, aksi, konuşmaz, gülmez filan bir insanım; kafam çalışmaz, ellerim tutmaz, bir işe yaramam yani.
Yine karanlık ve soğuk bir sabahta uyandım. Titreye titreye hızla giyindim. Herşey anlamsız geliyordu o anda. Tepeden aşağıya yürüdüm. İstasyona girdim. Garip bir şekilde alışık olduğum kalabalık yoktu. Hergün gördüğüm tanıdık öğrenci yüzlerini de göremedim etrafta. Soğuktan kimsenin cesaret edip oturmadığı bir banka oturdum. Kafamın içinden o sırada neler geçirdim bilmiyorum ama o günün cumartesi olduğunu anladım. Soğuk havadan çektiğim derin bir nefesle kendimi koşarak istasyonun dışına attım.
Karanlık sabahlarda ne zaman uyanmak zorunda kalsam, yanlışlıkla kalkmış olma olasılığımı düşünürüm. Tatlı bir heyecan kaplar içimi bir kaç saniye için...

Lahana

Bana anlatılanlara bakılırsa 6-7 yaşlarında çok şiddetli bir zatürre geçirmişim. Günlerce yüksek ateşle kıvranmışım. İlçemizde bir devlet hastanesi hep vardı, fakat doktor bazen olurdu bazen olmazdı, olan doktor da bazen iyi doktor bazen kötü doktor olurdu. Sonuçta doktorlu veya doktorsuz bilmiyorum, ben iyileşememişim.
Araba tutulmuş, ilimize yani Muş'a götürmüşler beni. Anlatılana göre, oradaki doktor durumumu ciddi bulmuş ilaçlar filan vermiş ve beni eve göndermiş. Anneme de "Teyze bu geceyi atlatırsa tamamdır" demiş.
Bizimkiler dönüşe geçmişler. Muş ile ilçemiz arasında, o zamanlar ablamın oturduğu bir köy var, (Gülçimen galiba) bizimkiler geceyi orada geçirmeye karar vermişler. Ben yine ateşler içindeyim. Annem sürekli başucumda, sirkeye batırılmış bir bezle(çok kötü kokar) vücudumu soğutmaya çalışıyor. Ben baygın gibiymişim, tabi o gece çok önemli, acaba atlatabilecek miyim?
Sabaha doğru üçte filan gözümü açıp "lahana" demişim. Annem, (belki de son isteğim olduğunu düşünerek) herkesi uyandırmış gece vakti komşudan mı nereden bilmiyorum, lahana bulunmuş getirilmiş. Koca lahanayı kütür kütür bir güzel yemişim. Ateş filan da kalmamış.
Annem hala, "o lahana seni diriltti" der.
Bizim eve konuk gelenler, bazen oğlumla oturup lahana yememize şaşarlar. Benim doğduğum evin 3-4 dönüm bahçesi vardı, annem lahana yetiştirirdi ve bizim en temel meyvemiz lahanaydı. Akşamları çoluk çocuk oturup bir güzel lahana yerdik tuzlaya tuzlaya. Tıpkı şimdi oğlumla yaptığımız gibi...

21 Eyl 2007

Uçurtma İpi

Hayvanları kışın besleyebilmek için yazdan ot stoğu yapılırdı. Bu otlar, her biri bir ev büyüklüğünde dev bloklar olarak stoklanırdı. Ot blokları rüzgardan korunsun diye iki ucunda birer taş bağlı olan ipler atılırdı üstlerine. Taşlar ot bloğunun iki tarafından yerden 1-2 metre yüksekte kalırdı.
Biraz zıplayarak bir taraftaki taşı yakalar ve yavaş yavaş çekmeye başlardım. öbür taraftaki taş yükselip bana doğru gelirdi ve sonunda düşerdi. Bu yaramazlığın sonucunda elimde iki ucunda birer taş olan yaklaşık 20 metrelik bir ip kalırdı. Taşları çözer, ipi özenle sarar ve oradan hızla uzaklaşırdım. Sağlam güzel iplerdi bu ipler. Tam uçurtmalık.
Ben uçurtma uçuramayacak kadar küçükken mahallemizde sanırım abilerim de içinde epeyce uçurtma meraklısı vardı. Uçurtmalar büyük bir özenle yapılır, uçurulurdu, iddialı yarışmalar bile yapılırdı. Bir uçurtmanın ipinden tutabilecek kadar büyüdüğümde, bilmem neden, etrafımda konuyla ilgili kimse bulamadım. Böylece ne bir uçurtma yapabildim, ne de uçurabildim.
Sanırım bu ipleri birgün ucuna bir uçurtma bağlamak umuduyla özenle sarar, duvar oyuklarında filan saklardım. Uçurtma için kullanamasam da ipe gereksinim duyduğumda hiç sıkıntı çekmezdim, o kadar çok yerde o kadar çok ipim vardı ki...
Şimdilerde ise Koçtaş filan gibi mağazalara gittiğimde, ip reyonunun önünde şöyle bir durmadan geçemem. Hayranlıkla izlerim değişik kalınlıkta ve türde ip rulolarını. Eşim evde hepsinden birer rulo olduğunu hatırlatarak çekiştirir kolumdan...

Damdan Aşağıya

İlk kar yağmaya genellikle akşamüstü başlar ve gece boyunca sürerdi. Etrafın beyazladığını göremeden uyumuş olurdum ben. Sabahleyin heyecanla uyanıp dışarı fırlardım. Annem daha erken uyanmış ve evin önünde gerekli olan yürüme yollarını açmış olurdu.
Evin önünden başlayan bu yürüme yolu bahçenin sonundaki odunluğa (aynı zamanda kiler gibiydi) kadar uzanırdı. Odunluğa varmadan önce de sağa önce tuvalete daha sonra kümese uzanan iki yan yol ayrılırdı.
Kar yağdığı günlerin sabahında yapılması gereken ilk işlerden biri de evin damındaki karların aşağıya dökülmesiydi. Bu iş “hal” adı verilen tahta araçlarla yapılırdı. Çok istesem de bu işin benden daha büyük birileri tarafından yapılması gerekirdi. Bu kişi bazen abim bazen annem olurdu (nedense babamı hiç anımsamıyorum) Ben de damda olurdum ama. Dökülen karlar aşağıda 1-2 metrelik bir tepecik oluştururdu. Karları dökme işi bitince kendimi damdan karların içine atardım. Boynuma kadar gömülür, bir daha bir daha atlardım.
Bazı çocuklar takla atarak atlarlardı, ben cesaret edemezdim. Dümdüz çivileme atlardım.
Bana çok uzun gelen uçuştan sonra karlara gömülünce, birkaç saniye hiç kıpırdamadan durur o anın keyfini çıkarırdım. İşte bu birkaç saniyenin tadına doyum olmazdı.

20 Eyl 2007

Kulak Ağrısı

Çocukluğumun geçtiği Bulanık'ta ve köylerinde, birisi ölünce, kendi evinin önünde yıkarlardı ölüyü. Çok da özenle kapatmaya çalışmazlardı. Çarşafları gererek oluşturdukları bir bölmede yaparlardı bu işi. Bütün çocuklar gibi ben de ölüyü görmeye çalışırdım. E çok da zor olmazdı bu. Ben öyle uzun uzun bakamazdım. Görünce hemen kaçardım ama birazdan yeniden dönerdim bir daha bakmak için.
Gördüğüm şey günlerce gitmezdi gözümün önünden. Gece yatağa girdiğimde bu görüntü uyutmazdı beni. Yatakta korkuyla kıvranırdım. Ölen kişiyi düşünürdüm. En çok da mezarda ilk uyanma anı beni dehşete düşürürdü. Bize hikaye şöyle anlatılırdı: "Mezara konulduktan sonra ölü canlanır, kalkmak ister tak diye kafasını tahtalara çarpınca, aaa ben ölmüşüm der, öldüğünü anlar, işte o anda kelime-i şahadet getirmesi gerekir, yoksa cehenneme gider. " Cehennem filan değil de karanlıkta o ilk mezarda uyanma anı beni çok ürkütürdü.
İki ablamla aynı odada uyurduk. Onlar birlikte, aynı yatakta yatarlardı. Ben onları kıskanırdım.
Gece ölüyü düşündüğüm için korkar, korktuğum için bir türlü uyuyamazdım. Sonunda ablamı çağırırdım yanıma, korktuğumu söylemeye utanırdım ama. Gelmek istemezdi. Mızıldanarak rahatsız ederdim. Korkuyorum demezdim. Kulağım ağrıyor, noolur azcık kulağıma üflesen derdim. Nefesiyle kulağımı ısıtınca ağrım geçiyordu güya. Ablam sonunda dayanamaz gelirdi yanıma ve ben onun sadece ilk sıcak nefesini anımsardım.
Uyuyamadığım gecelerde bazen ablamı düşünürüm, gelip azcık üflese kulağıma noolur yani...

19 Eyl 2007

Gel Teskere Gel

İlk askerlik anım lise yıllarımdan. Lise 1 ya da 2 yazı, henüz askeri darbe olmamış, her tarafta sıkıyönetim var.
Yaz tatilinde bir akrabamız çocuklarının arkadaşı olduğum için beni de yanlarına almış ve Avşa Adasında tatildeyiz. Gündüz denize giriyoruz, her gün adaya İstanbul'dan bir vapur geliyor, onu karşılıyoruz, uğurluyoruz, akşamları ise avare avare dolaşıyoruz.
Uzaktan uzağa bir kızı kesiyorum. Onu görünce içim kıpırdıyor, o da bana bakıyor galiba. Fakat ben gidip konuşmaktan filan çok uzağım. Bana bakarak oynuyor, dans ediyor. Ben de ona bakıyorum.
Kıyı boyunca klarnet çalınan meyhaneler dizili.
Esmeray adlı bir şarkıcının "Gel Teskere Gel" şarkısı çok moda, herkesin dilinde. Adada askeri bir şey var, bilmiyorum ne olduğunu, jandarma filan olabilir. O binanın önünde bir asker tüfeğiyle nöbet tutuyor, minik bir kulübesi var. Biraz ilerde ben ve iki arkadaşım bankta oturuyoruz. Askeri görünce ben, onun hoşuna da gider düşüncesiyle her halde, biraz sesimi yükselterek "Gel teskere gel teskere bitsin bu hasret.." diye mırıldanıyorum.
Birazdan asker beni çağırıyor. Gidiyorum. Kulübenin arkasına götürüyor beni. Gülümsüyorum. Birden, "sen ne diyosun lan, orospu çocuğu" deyip yanağıma bir tokat patlatıyor. Sarsılıyorum, beklemediğim bir şey çünkü. Sanırım alay ettiğimi düşünmüş. Sonra "gözüme görünme gebertirim" diye postallarıyla bir de tekme çakıyor bana.
Arkadaşlarım nooldu diyor. Yüzüm yanıyor.
Asker kızmış biraz, gidelim burdan diyorum.

16 Eyl 2007

Yavrunuzun Sayfası

Ortaokul yıllarımda Gırgır dergisini sürekli okurdum, sonra Fırt çıkınca, ki Gırgırın renklisi gibiydi, ara sıra onu da alıp okumaya başladım. Fırt'ın ikinci sayfası "Yavrunuzun Sayfası" başlığını taşırdı, neredeyse bütün sayfayı dolduran bir çıplak kadın fotoğrafı olurdu. Bu çıplak fotoğrafın üzerinde çeşitli tipler çizilmiş olurdu, onlar kadınla ilgili çeşitli espriler yaparlardı. Hoştu, güzeldi fakat ben bu sayfanın adının neden "Yavrunuzun Sayfası" olduğunu bir türlü anlayamıyordum.
Kız büyük, pek yavru sayılmaz. Karikatürdeki tipler de yavru değil, bıyıklı filan tipler. Eee yavru nerede? Acaba fotoğrafın üzerindeki karilkatürler küçük diye mi? Yok canım! Soracak kimse yok mu? Yok!
Bir türlü öğrenemedim. Ortaokul bitince, ailem liseyi okumam için beni İstanbul'a gönderdi. İstanbul'da ilk öğrendiğim şey "yavrum"un ne demek olduğuydu.

12 Eyl 2007

Siyah Palto

İlkokul iki ya da üçte birgün babam dersten çağırtmıştı beni; hangi dersti, o sırada öğretmen ne anlatıyordu, ben hangi duygularla gittim, bilmiyorum. Müdürün odasında elinde simsiyah bir paltoyla karşıladı beni. ,
Paltoyu bir anda sırtımda buldum, giyerken astarının kayganlığını hissetmiştim ellerimde. Güzeldi. Sıcacıktı içi. Biraz büyüktü galiba, ellerim ancak kolumu biraz kaldırdığımda ortaya çıkabiliyordu, uzunluğu ise dizlerimin biraz altındaydı. Babam tamam güzel deyip beni sınıfa yolladı. ne olduğunu anlayamadım.
Son ders zili çaldığında, babam paltoyla bekliyordu beni. Hemen giydiriverdi.
Daha önce hiç paltom olmamıştı. Çocuklar soğukta hep kalın kazaklar giyerlerdi sanırdım.
Kendimi çok büyük bir adammışım gibi hissettim.
Babamın yanında, bembeyaz karların üzerinde siyah bir nokta gibi yürüdüm eve doğru.

11 Eyl 2007

Bozo

Bozo, boz olan, boz renkte olan demek.
Boz, sarı gri bir renk.
Küçükken bana Bozo derlerdi.
Çocukluğumun geçtiği Bulanık, yazları yağışsız, sıcak ve kurak, tozlu bir yerdi.
Öğleden sonra bir de rüzgar çıktı mı sıcak sıcak ortalık toz duman olurdu.
Toz, ağzımıza, gözlerimize, içimize her yerlere girerdi.
Orada yaşayanlar daha esmerdi benden. Ben daha beyazdım. Bu beyazlıkla o havada kavrulurdum.
Yaz aylarında mutlaka dudaklarım çatlak olurdu ya da dudağımın kenarında bir yara.
Annem beni "Bozom benim" diye severdi.
Bana Bozo denmesine galiba aldırmazdım.
Benim için bu ne iyi ne de kötüydü.
Bulanık boz du, ben Bozo.

Boz Defter

Bu deftere geçmişte bırakamadıklarımı yazmaya çalışacağım.
Aslında geçmişte bırakılan bir şey olabilir mi?
Bana öyle geliyor ki geçmiş diye bir şey yok, her şey hep şimdide.
O zaman şöyle söyleyebiliriz: geçmiş adını verdiğimiz ama aslında şimdi olan bir yanılsamayı yazıya dökmeye çalışacağım.
Son derece bana özgü bir şekilde.
Ama isterseniz siz de katılabilirsiniz.
Nasıl olur bilmiyorum.
Hele ben bir başlayayım da...