19 Ara 2007

Sınav Tokadı

Ortaokul son sınıfta devlet parasız yatılı okulu sınavına girmiştim, sınav sadece il merkezlerinde yapıldığı için bir gün öncesinden Muş’a gitmek gerekiyordu. İşin en güzel tarafı da buydu. Çünkü sınava girecek olan yedi sekiz öğrenci sıkı sıkı tembihlerle minübüse bindirilip gönderiliyordu. Bu, yanımızda bir büyük olmadan, otele yerleşeceğiz, lokantaya gideceğiz, akşama kadar gezip dolaşacağız, paramıza sahip çıkacağız, gece korkmadan uyuyup sabah erkenden sınava girmek için kalkacağız demekti. Sınavın kendisinin ise ya bir heyecanı yoktu ya da bu heyecanın yanında çok sönük kalıyordu.
Sabahın köründe hazırlanıyorum sınava gitmek için, minübüs birazdan gelecek. Uyanamamışım daha, her tarafım uyuşuk, annem ve ablam sürekli birşeyler yedirme çabasında. Kalkıyoruz, babam beni minübüse bindirecek ama kalın bir yün kazağım var, onu arıyoruz. Onsuz gidemem. Ama yok. Herkes her yere bakıyor, zaman geçtikçe telaş artıyor, evin içinde gergin bir koşuşturma başlıyor. Nerede ceketin? Ne yaptın ceketini? Herkes bana yükleniyor. Bilmiyorum. Bilmiyorum bile diyemiyorum. Babam öfkeyle bir tokat atıyor bana, neden önceden hazırlık yapmadım diye. Gözlerim yaşlarla doluyor. Her yerim acıyor, ağlamıyorum.
Birazdan ablam anımsıyor, dün gece geç vakit bizden evlerine dönen komşumuz, çocuğunun üstüne örtmüş benim ceketi, üşümesin diye . Koşturup getiriyor küçük ablam ceketi.
Ben masumum, ama…
Yol boyunca çok öfkeliyim sınavda hiçbir şey yapmamayı, boş kağıt vermeyi düşünüyorum. Böyle mi gönderilirmiş çocuk sınava diyorum içimden, işte böyle… Sonuçlar gelince de hatırlarlar nasıl gittiğimi sınava… Otelde, soğuk bir odada dört kişi kalıyoruz, yatakta da aynı şeyleri düşünüyorum.
Sabah sınav başlıyor. Soru kağıdı önümde, bekliyorum. Yapmayacağım. Herkes başlıyor. Yaklaşık bir on dakika öylece duruyorum. Sonra merak edip sayfayı çeviriyorum, ilk soru kolaymış… duramıyorum, testi bitiriyorum.
Babamın bu ilk ve son tokadı. Ondan bir iz bende. Seviyorum bu izi.
Sınav sonucu geldiğinde, bizimkiler beni İstanbul’da başka bir liseye göndermeye karar vermiş oluyorlar.
Malatya Devlet Parasız Yatılı Okulunu kazanmışım.

16 Ara 2007

Asker Selamı

62 gün yaptığım askerliğimin gecelerini neredeyse hiç uyumadan, koridorda yere serdiğim battaniyenin üzerinde kitap, dergi okuyarak; gündüzlerini ise, ağaç diplerinde, kantin masalarında, yemek kuyruklarında, duvar diplerinde, bulabildiğim her yerde uyuklayarak geçirdim. İlkem şuydu: Ortalıkta görünme. Bitecek.
Böylece, askerliğin bir çok olmazsa olmazını atlattım. Hiçbir üstümle( çavuşum dahil) bire bir diyalogum olmadı. Yerde sürünmedim, tüfek taşıdım ama ateş etmedim. Rütbeler dahil hiçbir şey öğrenmedim. Zaten öğretmek gibi bir hevesi yoktu kimsenin. (örneğin, teorik eğitim diye bir salona televizyonun karşısına topluyorlardı ama televizyon çalışmıyordu, bazen ses, bazen görüntü, bazen ikisi birden olmuyordu, hatta bir keresinde televizyon da yoktu, konuşmacı gelecek dediler ama o da gelmedi.)
Askerliğim süresince hiç bir üstüme tekmil getirmedim, askeri bir selam vermek zorunda kalmadım. Komutanların geçebilecekleri yerlerde pek oyalanmazdım bu nedenle. Selam vermeyle ilgili bir sürü hikaye anlatıyordu askerler. Parmaklar şöyle olacak, şapkanın kenarına konacak, ayaklar şöyle duracak filan filan.
Bir gün çok fena yakalandım. Dar bir yol, üç kişi yürüyoruz, aniden karşımızda komutanın jipi beliriverdi. Kaçacak bir yer yok. Kenara sıralanıp esas duruşa geçtik ve çaktım selamı, jip önümüzden geçip gitti. İlk selamımı çakmıştım böylece, Oh dedim içimden, işte bu kadar. Birden yanımdaki iki asker bana bakıp gülmeye başladılar.
"Ulan, ulan ooğlum senin şapkan yok!" elim arka cebime gitti, şapkam cebimdeydi.
İlk selamım şapkasız çakılmış bir selam oldu.
Selam sayılmadı.
Selamsız çıktım askerden.

8 Ara 2007

Körsu

Neden Körsu dendiğini bilmiyorum, ortalama 5-6 metre genişliğinde bir akarsuydu. İlçemizi batı tarafından, çok yakından olmasa da, kıvrım büküm sarardı. Kaynağını bilmiyorum ama Murat nehrine kavuştuğunu duymuştum; bazen, suyu aktığı yönde izlemeyi hayal ederdim, giderdim boz bulanık, sonra Murat nehri. Murat’ı hiç görmedim. Adının neden “Körsu” olduğuyla ilgili kimseden bir yorum duymadım ama ben bu adın suyunun çok bulanık olması nedeniyle verilmiş olabileceğini düşünürdüm.
Benim için Körsu’ya dört ulaşma noktası vardı. Evimize en yakın olan nokta, yaklaşık bir kilometre uzaklıktaydı. Burası aynı zamanda sığ bir nokta olduğu için, yazın paçayı sıyırıp karşıya da geçebilirdik. Karşıda, geniş bir düzlük, ilçenin ortak harman noktasıydı. Yazın çok işlekti. Suyun sığ olduğu bu nokta traktör ve öküz arabalarının geçebileceği bir noktaydı. Burada aynı zamanda kadınlar kilimlerini yıkarlardı.
İkinci nokta, suyun daha derin olduğu bir noktaydı. Buraya daha çok yüzmek amacıyla gidilirdi. Çok olmasa da birkaç kere ben de yüzmüştüm, suyun çok bulanık olması nedeniyle çok istekli olmazdım suya girmeye. Aynı bölgede balık da tutulurdu ki hayatımın en büyük balığı işte burada avuçlarımın içinden misinayı alıp gitmişti.
Üçüncü nokta, biraz daha uzakta, etrafı ağaçlık olduğu için biraz daha gizli bir noktaydı. Ortaokulda, üç arkadaş ortak aldığımız Birinci paketinden ilk sigaramı burada içmiştim. Bitirmek zorunda olduğumuzdan sigaraları uc uca eklemiştik. Ağzımın içi zehir gibi olmuştu. Burası en mahrem şeylerin konuşulduğu, ilk masturbasyon yaptığımız yerdi. Körsuya karşı, epeyce bir uğraştıktan sonra işte geldi demiştim, işte geldi…
Bize en uzak noktada ise, bir su değirmeni vardı. Her yıl köyden gelen kışlık buğday ihtiyacımızı yüklenir gelirdik. Burada buğdaylar yıkanır, su kenarında kilimlerin üzerine serilerek kurutulur sonra da değirmende bulgur yapılırdı.
Kışın hiç gitmedim Körsu'ya tamamen donduğu söylenirdi. Kimse gitmezdi kışın Körsuya, kurtların geldiği söylenirdi.
Körsu, çocukluğumun can suyu…