27 Eyl 2007

Babam

Babam, Bulanık Halk Eğitim Merkez Müdürü idi. Kars, Cilavuz Köy Enstitüsü mezunu. Kars'ın köylerinde uzun yıllar öğretmenlik yapmış, sonra Bulanık'a taşınmışlar. Ben kendimi bildim bileli, babam müdür. Herkesin saygı gösterdiği ciddi bir adam, devlet memuru. Aynı zamanda kel. Babamı hiç saçlı olarak anımsamıyorum (oysa varmış bir zamanlar)
Düzenli bir hayatı var babamın. Her öğle saat 12 de dairesinden çıkar ve yürüyerek eve yemeğe gelir. Her öğlen 12.15 te sofrada olur. Yer sofrasında yemek yer, sonra arkasındaki büyük yün yastığa doğru kaykılır, annemle mırıl mırıl bir iki şey konuşur, ablam önünden tepsiyi alınca ayaklarını uzatır ve onbeş dakika uyuklar, sonra da sessizce çıkardı.
Hep aynı yoldan, hep aynı saatlerde geçerdi babam. Arkadaşlarım ve başka çocuklar babama keltoş derlerdi. Duyardım. İncinirdim.
Kendimle ilgili "kel" sözcüğünü başkalarından çok ben sıkça kullanıyorum. Belki kendimi incinmekten korumak için.
Babam gördüğüm en güzel keldi.

26 Eyl 2007

Soğuğa Karşı Gazete

Annem soğuk günlerde okula giderken göğsüme ve sırtıma fanilamın altından gazete yayardı. Önce rahatsız edici bir duygusu olurdu bunun, sonra hissetmezdim. Yola çıktığım ilk anlarda, hış hış diye bir ses çıkar fakat sonra vücut ısısıyla gazete gevşeyince, bu ses de duyulmaz olurdu. Eğer koşturup terlemişsem eve döndüğümde gazete kağıdı tenime yapışmış olurdu, bu iğrençti işte.
Soğuk gerçekten de bazen nefes kesici olurdu (-30-40), bu soğukta kalın yün kazaklarla ve lastik ayakkabılarla giderdik okula.
Dışardan koştura koştura içeri girdiğimizde cayır cayır yanan odun sobasının önünde vücudumun her yeri sızlardı. En çok da parmaklarım sızlardı, gözlerimden yaşlar boşalırdı fakat sobanın önünden ayrılmazdım yine de...

25 Eyl 2007

Buğday Çuvalı Üstünde

Çocukluğum bir memur çocuğu olarak Bulanık'ta geçti. Yaz aylarında sıkça amcamların oturduğu köye giderdik. Sanırım ben orta birdeyken, amcamın oğluyla birlikte (benden bir yaş küçüktü) buğday çuvalları yüklü bir öküz arabasını ilçeye, değirmene götürmemizi istemişti amcam. Bu sorumlu görevin bize verilmesinden dolayı çok mutluyduk.
Amcamlar akşamdan çuvalları arabaya yüklediler. Arabaya öküz arabası deniyor ama, amcamın mandaları olduğu için, iki tane manda çektiği bir araba. Biz de akşamdan büyük bir heyecanla hazırlıklarımızı yaptık. Güneş doğmadan yaklaşık iki saat önce yola çıkılacak, yol toplam üç saat filan. Bir paket Bitlis sigaramız var, ateşimiz yok, evden bir kibrit aşırıp onu da hazır ettik. Gece heyecandan ancak bir kuş uykusu uyuyabildim.
Sabahleyin (sabah denirse) uyandırdılar. Amcam mandaları koşma işini filan yapmış. Arabaya, birer çuvalın üstüne kurulduk, kıl çuvallar tıka basa dolu. Arabanın kontrolü amcaoğlunda, köyü biraz çıkınca hemen cığaralarımızı yaktık. Araba ilçenin yoluna girdi, mandalar belli bir ritm tutturdular, bir şey yapmaya gerek yok, dümdüz toprak bir yol zaten, kendiliklerinden gidiyorlar.
Sigarayı üst üste yakıyoruz, bitmesi gerekiyor çünkü, biraz da üşüyoruz. Ceketime sarılıyorum, biraz daha rahat bir oturma pozisyonu almaya çalışıyorum. Kızgın güneş kendini gösterdiğinde uyanıyorum. ilçe uzaktan görünüyor. Amcaoğlu da uyanıyor. Bulunduğum yerde alçaldığımı farkediyorum. Eyvah! Oturduğum çuval, nerdeyse zemine kadar inmiş. Çuvalın altında bir delik, üstünde de benim ağırlığım olduğu için, yol boyunca buğdaydan bir çizgi çizmişiz. Çuval aşağıya indikçe ben oturduğum yerde giderek rahatlamışım.
Bizden sonra minübüsle gelenler anlattılar. Yol boyunca köyden ilçeye kadar uzanan buğdaydan çizgi sabahın ilk ışıklarıyla kuştan bir çizgiye dönüşmüş...

24 Eyl 2007

Akasyanın Üstünde

Evimizin önünde büyükçe bir akasya ağacı vardı. Yaz ayları çok kurak geçtiğinden her yer gri bir sarıya keserdi adeta, öğleden sonraları çıkan rüzgar ise tozu dumana katardı, gözünü bile açamazdı insan. Oyun oynamak filan olanaksızdı, zaten oynayacak kimse de olmazdı ortalıkta. İlkokul yıllarımda günümün çoğunu bu akasya ağacının tepesinde geçirirdim. Oturduğum çatala evden esrarengiz bir şekilde kaybolan bir minder bile yerleştirmiştim.
Dalıma tüneyince etrafı seyreder, türlü hayallere dalar, kitap okur, cebime doldurduğum minik taşları sapanla sağa sola atardım. Bir çivinin ucunu kıvırarak çengel yapmıştım, bunu bir ipin ucunda aşağı sarkıtır, yerdeki nesneleri avlayıp yukarıya çekerdim. Bunu yapabilmek için ağaca çıkmadan önce yere bir takım avlar yerleştiridim.
Bu benim için saatlerce süren bir oyun demekti. Yakalama işinde de iyice ustalaşmıştım. Ortaokuldayken, tuvalet çukuruna düşen zavallı bir civcivi, herkes acıyarak seyrederken, kurduğum asansör sistemiyle hızla yukarıya çıkarmış ve annemlerin büyük taktirini kazanmıştım.
Yıllar sonra üç yaşındaki oğlum, oyuncak arabasını terastan iki kat aşağıdaki binanın çatısına düşürdüğünde, çengelli günlerim yine yardımıma koşmuştu. Hemen sekizlik bir çivi bulup keser ve pense yardımıyla ucunu kıvırarak çengel haline getirdim, ipin her türlüsü zaten bulunur bende, 10 dakika içinde oğlumun oyuncak arabası çengelin ucunda yukarıya yükseliyordu.
Arabayı çengelin ucunda gördüğünde oğlumun gülen gözleri ve baba olmak duygusu çok ama çok güzeldi...

Karanlık Sabahlarda

Liseyi, İstanbul'da Yeşilköy 50. Yıl Lisesi'nde okudum. Ben lise okurken ailem henüz Bulanık'taydı. Yalnızdım. Sabahları okula gitmek için sanki geceyarısı kalkıyormuşuz gibi gelirdi bana. Haksız da sayılmazdım aslında; kaldığım ev Küçükçekmece Tepeüstü'ndeydi okul ise Yeşilköy'de. Önce tepeden aşağıya yürürdüm (tepe de tepeydi yani) sonra trene binerdim, trenden sonra tekrar yürüyerek okula ve ikinci derste ancak hava aydınlanırdı. (elektrik kesikse iki ders giderdi)
Sabahları erken kalkmak benim için sorun olmadı, kalkarım kalkmasına ama uyanmam çok uzun sürer. Sabah halimle, mutsuz, keyifsiz, aksi, konuşmaz, gülmez filan bir insanım; kafam çalışmaz, ellerim tutmaz, bir işe yaramam yani.
Yine karanlık ve soğuk bir sabahta uyandım. Titreye titreye hızla giyindim. Herşey anlamsız geliyordu o anda. Tepeden aşağıya yürüdüm. İstasyona girdim. Garip bir şekilde alışık olduğum kalabalık yoktu. Hergün gördüğüm tanıdık öğrenci yüzlerini de göremedim etrafta. Soğuktan kimsenin cesaret edip oturmadığı bir banka oturdum. Kafamın içinden o sırada neler geçirdim bilmiyorum ama o günün cumartesi olduğunu anladım. Soğuk havadan çektiğim derin bir nefesle kendimi koşarak istasyonun dışına attım.
Karanlık sabahlarda ne zaman uyanmak zorunda kalsam, yanlışlıkla kalkmış olma olasılığımı düşünürüm. Tatlı bir heyecan kaplar içimi bir kaç saniye için...

Lahana

Bana anlatılanlara bakılırsa 6-7 yaşlarında çok şiddetli bir zatürre geçirmişim. Günlerce yüksek ateşle kıvranmışım. İlçemizde bir devlet hastanesi hep vardı, fakat doktor bazen olurdu bazen olmazdı, olan doktor da bazen iyi doktor bazen kötü doktor olurdu. Sonuçta doktorlu veya doktorsuz bilmiyorum, ben iyileşememişim.
Araba tutulmuş, ilimize yani Muş'a götürmüşler beni. Anlatılana göre, oradaki doktor durumumu ciddi bulmuş ilaçlar filan vermiş ve beni eve göndermiş. Anneme de "Teyze bu geceyi atlatırsa tamamdır" demiş.
Bizimkiler dönüşe geçmişler. Muş ile ilçemiz arasında, o zamanlar ablamın oturduğu bir köy var, (Gülçimen galiba) bizimkiler geceyi orada geçirmeye karar vermişler. Ben yine ateşler içindeyim. Annem sürekli başucumda, sirkeye batırılmış bir bezle(çok kötü kokar) vücudumu soğutmaya çalışıyor. Ben baygın gibiymişim, tabi o gece çok önemli, acaba atlatabilecek miyim?
Sabaha doğru üçte filan gözümü açıp "lahana" demişim. Annem, (belki de son isteğim olduğunu düşünerek) herkesi uyandırmış gece vakti komşudan mı nereden bilmiyorum, lahana bulunmuş getirilmiş. Koca lahanayı kütür kütür bir güzel yemişim. Ateş filan da kalmamış.
Annem hala, "o lahana seni diriltti" der.
Bizim eve konuk gelenler, bazen oğlumla oturup lahana yememize şaşarlar. Benim doğduğum evin 3-4 dönüm bahçesi vardı, annem lahana yetiştirirdi ve bizim en temel meyvemiz lahanaydı. Akşamları çoluk çocuk oturup bir güzel lahana yerdik tuzlaya tuzlaya. Tıpkı şimdi oğlumla yaptığımız gibi...

21 Eyl 2007

Uçurtma İpi

Hayvanları kışın besleyebilmek için yazdan ot stoğu yapılırdı. Bu otlar, her biri bir ev büyüklüğünde dev bloklar olarak stoklanırdı. Ot blokları rüzgardan korunsun diye iki ucunda birer taş bağlı olan ipler atılırdı üstlerine. Taşlar ot bloğunun iki tarafından yerden 1-2 metre yüksekte kalırdı.
Biraz zıplayarak bir taraftaki taşı yakalar ve yavaş yavaş çekmeye başlardım. öbür taraftaki taş yükselip bana doğru gelirdi ve sonunda düşerdi. Bu yaramazlığın sonucunda elimde iki ucunda birer taş olan yaklaşık 20 metrelik bir ip kalırdı. Taşları çözer, ipi özenle sarar ve oradan hızla uzaklaşırdım. Sağlam güzel iplerdi bu ipler. Tam uçurtmalık.
Ben uçurtma uçuramayacak kadar küçükken mahallemizde sanırım abilerim de içinde epeyce uçurtma meraklısı vardı. Uçurtmalar büyük bir özenle yapılır, uçurulurdu, iddialı yarışmalar bile yapılırdı. Bir uçurtmanın ipinden tutabilecek kadar büyüdüğümde, bilmem neden, etrafımda konuyla ilgili kimse bulamadım. Böylece ne bir uçurtma yapabildim, ne de uçurabildim.
Sanırım bu ipleri birgün ucuna bir uçurtma bağlamak umuduyla özenle sarar, duvar oyuklarında filan saklardım. Uçurtma için kullanamasam da ipe gereksinim duyduğumda hiç sıkıntı çekmezdim, o kadar çok yerde o kadar çok ipim vardı ki...
Şimdilerde ise Koçtaş filan gibi mağazalara gittiğimde, ip reyonunun önünde şöyle bir durmadan geçemem. Hayranlıkla izlerim değişik kalınlıkta ve türde ip rulolarını. Eşim evde hepsinden birer rulo olduğunu hatırlatarak çekiştirir kolumdan...

Damdan Aşağıya

İlk kar yağmaya genellikle akşamüstü başlar ve gece boyunca sürerdi. Etrafın beyazladığını göremeden uyumuş olurdum ben. Sabahleyin heyecanla uyanıp dışarı fırlardım. Annem daha erken uyanmış ve evin önünde gerekli olan yürüme yollarını açmış olurdu.
Evin önünden başlayan bu yürüme yolu bahçenin sonundaki odunluğa (aynı zamanda kiler gibiydi) kadar uzanırdı. Odunluğa varmadan önce de sağa önce tuvalete daha sonra kümese uzanan iki yan yol ayrılırdı.
Kar yağdığı günlerin sabahında yapılması gereken ilk işlerden biri de evin damındaki karların aşağıya dökülmesiydi. Bu iş “hal” adı verilen tahta araçlarla yapılırdı. Çok istesem de bu işin benden daha büyük birileri tarafından yapılması gerekirdi. Bu kişi bazen abim bazen annem olurdu (nedense babamı hiç anımsamıyorum) Ben de damda olurdum ama. Dökülen karlar aşağıda 1-2 metrelik bir tepecik oluştururdu. Karları dökme işi bitince kendimi damdan karların içine atardım. Boynuma kadar gömülür, bir daha bir daha atlardım.
Bazı çocuklar takla atarak atlarlardı, ben cesaret edemezdim. Dümdüz çivileme atlardım.
Bana çok uzun gelen uçuştan sonra karlara gömülünce, birkaç saniye hiç kıpırdamadan durur o anın keyfini çıkarırdım. İşte bu birkaç saniyenin tadına doyum olmazdı.

20 Eyl 2007

Kulak Ağrısı

Çocukluğumun geçtiği Bulanık'ta ve köylerinde, birisi ölünce, kendi evinin önünde yıkarlardı ölüyü. Çok da özenle kapatmaya çalışmazlardı. Çarşafları gererek oluşturdukları bir bölmede yaparlardı bu işi. Bütün çocuklar gibi ben de ölüyü görmeye çalışırdım. E çok da zor olmazdı bu. Ben öyle uzun uzun bakamazdım. Görünce hemen kaçardım ama birazdan yeniden dönerdim bir daha bakmak için.
Gördüğüm şey günlerce gitmezdi gözümün önünden. Gece yatağa girdiğimde bu görüntü uyutmazdı beni. Yatakta korkuyla kıvranırdım. Ölen kişiyi düşünürdüm. En çok da mezarda ilk uyanma anı beni dehşete düşürürdü. Bize hikaye şöyle anlatılırdı: "Mezara konulduktan sonra ölü canlanır, kalkmak ister tak diye kafasını tahtalara çarpınca, aaa ben ölmüşüm der, öldüğünü anlar, işte o anda kelime-i şahadet getirmesi gerekir, yoksa cehenneme gider. " Cehennem filan değil de karanlıkta o ilk mezarda uyanma anı beni çok ürkütürdü.
İki ablamla aynı odada uyurduk. Onlar birlikte, aynı yatakta yatarlardı. Ben onları kıskanırdım.
Gece ölüyü düşündüğüm için korkar, korktuğum için bir türlü uyuyamazdım. Sonunda ablamı çağırırdım yanıma, korktuğumu söylemeye utanırdım ama. Gelmek istemezdi. Mızıldanarak rahatsız ederdim. Korkuyorum demezdim. Kulağım ağrıyor, noolur azcık kulağıma üflesen derdim. Nefesiyle kulağımı ısıtınca ağrım geçiyordu güya. Ablam sonunda dayanamaz gelirdi yanıma ve ben onun sadece ilk sıcak nefesini anımsardım.
Uyuyamadığım gecelerde bazen ablamı düşünürüm, gelip azcık üflese kulağıma noolur yani...

19 Eyl 2007

Gel Teskere Gel

İlk askerlik anım lise yıllarımdan. Lise 1 ya da 2 yazı, henüz askeri darbe olmamış, her tarafta sıkıyönetim var.
Yaz tatilinde bir akrabamız çocuklarının arkadaşı olduğum için beni de yanlarına almış ve Avşa Adasında tatildeyiz. Gündüz denize giriyoruz, her gün adaya İstanbul'dan bir vapur geliyor, onu karşılıyoruz, uğurluyoruz, akşamları ise avare avare dolaşıyoruz.
Uzaktan uzağa bir kızı kesiyorum. Onu görünce içim kıpırdıyor, o da bana bakıyor galiba. Fakat ben gidip konuşmaktan filan çok uzağım. Bana bakarak oynuyor, dans ediyor. Ben de ona bakıyorum.
Kıyı boyunca klarnet çalınan meyhaneler dizili.
Esmeray adlı bir şarkıcının "Gel Teskere Gel" şarkısı çok moda, herkesin dilinde. Adada askeri bir şey var, bilmiyorum ne olduğunu, jandarma filan olabilir. O binanın önünde bir asker tüfeğiyle nöbet tutuyor, minik bir kulübesi var. Biraz ilerde ben ve iki arkadaşım bankta oturuyoruz. Askeri görünce ben, onun hoşuna da gider düşüncesiyle her halde, biraz sesimi yükselterek "Gel teskere gel teskere bitsin bu hasret.." diye mırıldanıyorum.
Birazdan asker beni çağırıyor. Gidiyorum. Kulübenin arkasına götürüyor beni. Gülümsüyorum. Birden, "sen ne diyosun lan, orospu çocuğu" deyip yanağıma bir tokat patlatıyor. Sarsılıyorum, beklemediğim bir şey çünkü. Sanırım alay ettiğimi düşünmüş. Sonra "gözüme görünme gebertirim" diye postallarıyla bir de tekme çakıyor bana.
Arkadaşlarım nooldu diyor. Yüzüm yanıyor.
Asker kızmış biraz, gidelim burdan diyorum.

16 Eyl 2007

Yavrunuzun Sayfası

Ortaokul yıllarımda Gırgır dergisini sürekli okurdum, sonra Fırt çıkınca, ki Gırgırın renklisi gibiydi, ara sıra onu da alıp okumaya başladım. Fırt'ın ikinci sayfası "Yavrunuzun Sayfası" başlığını taşırdı, neredeyse bütün sayfayı dolduran bir çıplak kadın fotoğrafı olurdu. Bu çıplak fotoğrafın üzerinde çeşitli tipler çizilmiş olurdu, onlar kadınla ilgili çeşitli espriler yaparlardı. Hoştu, güzeldi fakat ben bu sayfanın adının neden "Yavrunuzun Sayfası" olduğunu bir türlü anlayamıyordum.
Kız büyük, pek yavru sayılmaz. Karikatürdeki tipler de yavru değil, bıyıklı filan tipler. Eee yavru nerede? Acaba fotoğrafın üzerindeki karilkatürler küçük diye mi? Yok canım! Soracak kimse yok mu? Yok!
Bir türlü öğrenemedim. Ortaokul bitince, ailem liseyi okumam için beni İstanbul'a gönderdi. İstanbul'da ilk öğrendiğim şey "yavrum"un ne demek olduğuydu.

12 Eyl 2007

Siyah Palto

İlkokul iki ya da üçte birgün babam dersten çağırtmıştı beni; hangi dersti, o sırada öğretmen ne anlatıyordu, ben hangi duygularla gittim, bilmiyorum. Müdürün odasında elinde simsiyah bir paltoyla karşıladı beni. ,
Paltoyu bir anda sırtımda buldum, giyerken astarının kayganlığını hissetmiştim ellerimde. Güzeldi. Sıcacıktı içi. Biraz büyüktü galiba, ellerim ancak kolumu biraz kaldırdığımda ortaya çıkabiliyordu, uzunluğu ise dizlerimin biraz altındaydı. Babam tamam güzel deyip beni sınıfa yolladı. ne olduğunu anlayamadım.
Son ders zili çaldığında, babam paltoyla bekliyordu beni. Hemen giydiriverdi.
Daha önce hiç paltom olmamıştı. Çocuklar soğukta hep kalın kazaklar giyerlerdi sanırdım.
Kendimi çok büyük bir adammışım gibi hissettim.
Babamın yanında, bembeyaz karların üzerinde siyah bir nokta gibi yürüdüm eve doğru.

11 Eyl 2007

Bozo

Bozo, boz olan, boz renkte olan demek.
Boz, sarı gri bir renk.
Küçükken bana Bozo derlerdi.
Çocukluğumun geçtiği Bulanık, yazları yağışsız, sıcak ve kurak, tozlu bir yerdi.
Öğleden sonra bir de rüzgar çıktı mı sıcak sıcak ortalık toz duman olurdu.
Toz, ağzımıza, gözlerimize, içimize her yerlere girerdi.
Orada yaşayanlar daha esmerdi benden. Ben daha beyazdım. Bu beyazlıkla o havada kavrulurdum.
Yaz aylarında mutlaka dudaklarım çatlak olurdu ya da dudağımın kenarında bir yara.
Annem beni "Bozom benim" diye severdi.
Bana Bozo denmesine galiba aldırmazdım.
Benim için bu ne iyi ne de kötüydü.
Bulanık boz du, ben Bozo.

Boz Defter

Bu deftere geçmişte bırakamadıklarımı yazmaya çalışacağım.
Aslında geçmişte bırakılan bir şey olabilir mi?
Bana öyle geliyor ki geçmiş diye bir şey yok, her şey hep şimdide.
O zaman şöyle söyleyebiliriz: geçmiş adını verdiğimiz ama aslında şimdi olan bir yanılsamayı yazıya dökmeye çalışacağım.
Son derece bana özgü bir şekilde.
Ama isterseniz siz de katılabilirsiniz.
Nasıl olur bilmiyorum.
Hele ben bir başlayayım da...