23 Ağu 2008

Sapan Taşı

Datça, Palamut Bükü.
Beyaz ve beyaz tonları renklerinde çakıl taşlarının oluşturduğu upuzun kumsal.

Kıyıya aralıksız vuran dalgalar ve taşların hışırtısı.
Bu kumsala her gelişimde sapanım gelir aklıma.
Kışları soğuk ve yağışlı, yazları sıcak ve kurak çocukluğumda işte tam da bunu hayal ederdim: Evimizin önünde oturuyorum, her tarafım çakıl taşı, nişan al at, nişan al at…
Deniz? Deniz yok hayalimde.
Sapan çocukluğumda en sevdiğim oyuncağımdı. Sıcak ve kurak yaz aylarında fazla oyun seçeneği yoktu; hem kavurucu sıcak buna çok izin vermezdi, hem de oyun oynayacak kimse bulunmazdı. İşte sapan, son derece basit ve tek başına oynanabilen bir oyuncaktı. Sorun, sapan için taş bulmaktı. Sıcaktan her yer kavrulurdu. Öğleden sonraları çıkan rüzgar kavrulmuş toprağın yüzeyini süpürüp yüzümüze, gözümüze savururdu. Gözümüzü açamazdık. Toprak dışında kalan herşey, evler ve bahçe duvarları taştandı, fakat sapana yerleştirip atacak büyüklükte taş yoktu.
Sadece üç yerde sapan için malzeme bulunabiliyordu:
İlçemizin yakınından geçen Körsu deresinin kıyısında birkaç noktada vardı uygun taş, ki sapanlarımızla Körsu kıyısındaysak keyfimize diyecek yoktu.
İlçeyi Muş’a ve Malazgirt’e bağlayan şose yolun kenarlarında vardı taş. Yol çevresi, etrafta tek bir gölge olmadığı için uygun bir oyun alanı değildi; buradan taş toplar mahalleye dönerdik.
Son olarak da inşaatlar sapan için iyi malzeme kaynağıydı; fakat hem çok inşaat olmazdı hem de inşaat için getirilen çakıl hemen korumaya alınırdı. Eğer fırsatını bulursak ceplerimizi çakıl taşlarıyla doldurup kaçardık.
Tabii sayılı taş, çabuk biterdi.
Sonra o kavurucu sıcakta sığındığım gölgeden Palamut Bükü’nün hayalini kurardım.
Her tarafım çakıl taşı, nişan al at, nişan al at…
Her şey aynı. Tek eksik dalgaların taşlardan çıkardığı hışırtı.

20 Ağu 2008

Oynadığım Oyunlar 1 / Çelik Çomak

Ortaokulu bitirene kadar, Muş'un Bulanık ilçesinde geçirdiğim çocukluk yıllarımla ilgili baskın duygum hep canımın sıkıldığıydı. Kışları soğuk ve yağışlı, yazları sıcak ve kurak geçen bu coğrafya, oyun oynamak için çok da elverişli değildi. Herşeye rağmen keyifle oynadığım oyunları, benim oynamayı pek sevmediğim ama mahalle çocuklarının oynadığı oyunları bir bir anımsıyorum.
Severek oynadığım oyunlardan biri çelik çomaktı.
Oyun için her oyuncunun 50-70 cm bir ağaç sopası olurdu elinde ve bir tane de ortak 15-20 cm boyunda çomak gerekirdi. Oyun iki takım halinde oynanırdı, ideal takım sayıları 3-3 veya 4-4 idi. Eğer yeterli oyuncu yoksa 2-2'i de oynanabilirdi.
Oyuna ilk başlayacak takım kurayla belirlenirdi.

Toprakta bir başlangıç noktası oluşturulur (5 cm çapında bir çukur) bu noktanın etrafına 2 metre çapında bir çember çizilirdi. Başlayan takımın ilk oyuncusu başlangıç noktasından elindeki sopayla çomağa vururdu (önceden belirlenmiş bir doğrultuda) rakip takım oyuncuları ise bu vuruş yönünde belli aralıklarla ellerindeki sopalarla dizilir beklerler ve gelen çomağı havada vurmaya çalışırlardı. Eğer çomağa yere düşmeden önce sopalarıyla vurabilirlerse atışı yapan oyuncu yanar sıra takımın öbür oyuncusuna geçerdi. Havada vuramazlarsa, çomağı yere düştüğü yerden alıp, yere çizilmiş çemberin içine atmaya çalışırlardı, çemberdeki oyuncu ise çomağın çembere girmesini engellemeye çalışırdı. Çomak çembere düşerse sıra öbür oyuncuya geçerdi. Eğer çomak çembere girmezse bu sefer düştüğü yerde, önce uç tarafına vurularak havalandırılır sonra havadayken yeni bir vuruşla çemberden uzaklaştırılmaya çalışılırdı.
Uzaklaştırılma başarılı olmazsa karşı takım bu sefer çok daha yakında olduğu için çomağı çembere daha rahat atabilirlerdi.
Başarılı olmak, çomağı çok uzak mesafelere gönderebilme ve havada çomağı vurabilme becerilerine bağlıydı. Tabi sopanın ağacının kalınlığı ve kalitesi de çok önemliydi. Severek oynadığım bir oyundu, vuruşu eğer çomağın uygun yerine tutturabilirsem öyle bir vınlamayla giderdi ki kimse tutamazdı.
Bu oyun sadece ilkbahar ve sonbaharda oynanabilirdi. Fakat hem uygun havayı bulmak hem oynayacak arkadaşları bulmak ve oyunu başlatmak çok zordu. Her yer bu mevsimlerde genellikle çamur olduğundan, oyun sonunda evden azar işitmek işten bile değildi.
Bazen daha takımları oluşturma aşamasında, bu bizden olsun, o sizden olsun derken oyun hiç başlayamazdı. Oyun kurulamayınca, mahalleli çocuklar arasında çoğu zaman itişip kakışmaca başlardı ki, bundan hiç hoşlanmazdım, sinir olup bir kenara çekilir onları izler veya eve kaçardım.

3 Ağu 2008

Toprak

Ten rengimin beyazlığı ve İstanbul Türkçesiyle konuşmam nedeniyle Muş'ta doğup büyüdüğüme insanlar pek inanmazlar. "Nerelisin?" diye sorulduğunda, Muş'luyum derim. Muş'un Bulanık ilçesinde doğdum ve büyüdüm. Aslında, ailemin Muş'ta doğan tek çocuğuyum, benden büyük diğer altı kardeşim ile birlikte ailem Kars'tan göç etmiş Bulanık'a. Ailede benim dışımda herkes kendisini "Kars'lı" olarak tanımlar.
İşin gerçeği ben bu "nerelisin?" sorusuyla başlayıp süren konuşmalardan hiç hoşlanmam. Liseye İstanbul'da başladığımda tanıştığım herkes bana hemen nereli olduğumu sorardı. Bu soruya konuşmamdaki farklılığın neden olduğunu sonradan anladım ve özel bir çabayla bu şive farklılığını giderdim. Bana özel sorulan "Nerelisin?" sorusunu da liseyle birlikte bitirmiş oldum.
Bazen Muş'lu olduğumu kanıtlamam bile gerekti.
Askerde çay almak uzun uzun kuyrukta beklemeyi gerektiren çileli bir işti. Çay ocağında üç tane asker çayları demlikle veriyorlardı, demlikler az sayıdaydı ve hemen bitiyordu. İlk anda çay alamayanlar demliklerin boşalmasını beklemek zorundaydı.
Çay ocağında demlikleri veren askerin Muş'lu olduğunu öğrenmiştim. Sıranın bana geldiği bir gün elinden demliği alırken "Ben de Muş'luyum" dedim. Hiç tepki vermedi ve yüzüme anlamsızca baktı. Başka bir gün ise sadece "Merhaba toprak, nasılsın?" dedim. Yüzüme dik dik baktı ve yine hiç tepki yok. Benim Muş'lu olduğuma inanmadığını anladım. Sonraki çay alışımda, nüfus cüzdanımı çıkardım, "sen galiba inanmadın bana" diyerek nüfusumdaki "Doğum yeri:Bulanık" yazısını gösterdim. Yüzü aydınlandı, gerçekten de inanmamış bana, torpilli çay almak için öyle söylediğimi sanmış. Askerde üçüncü yılıymış, göğsünde boydan boya kabuk bağlamış jilet yaraları vardı.
Benim askerliğim kısa, çok kısaydı. “Bizimki ne zaman biter bellolmaz” dedi.
Onun sayesinde çayın en güzelini içtik arkadaşlarla. Demliğin gelmesi için ona sadece kendimi gösteriyordum. Etrafta homurdanan filan olursa da onlara sadece şöyle bir bakması yetiyordu.
Sağolasın TOPRAK !