30 Eki 2007

As Sineması

Üniversite yıllarımın bende iz bırakan güzelliklerinden biri As Sinemasıydı. Güzelyalı Parkının içinde belediyeye ait bir binadaydı sinema. (Binayı yıkıp yeniden yaptılar. Şimdiki adı Güzelyalı Kültür Merkezi)
1981 yılından başlayarak sanırım üç yıl boyunca bu sinemada oynayan bütün filmleri izledim. Sinemayla ilgili estetik bir bakış kazanmamda bu sinemanın büyük rolü oldu. Fellini, Bunuel, Antonioni, Visconti... Neler neler... Nerdeyse bütün klasikler arka arkaya gösteriliyordu.
As sinemasında izlediğim ilk filmi ise hiç unutamam.
Okulda daha yeni tanıştığım arkadaşlarım ders sonrasında, hadi sinemaya gidelim dediklerinde, nereye gideceğimi, ne izleyeceğimi ve nasıl izleyeceğimi bilmiyordum.
Amarcord oynuyormuş, bilmiyordum.
Birlikte sinemaya gittiğimiz arkadaşlarımdan biri sinemanın önünde başka bir arkadaşıyla karşılaştı.
Nereden bilebilirdim, sinemada sağ yanıma oturacağını.
Bana, filmi daha önce izlediğimi söylediğim için sürekli sorular soracağını da bilemezdim.
Bildiğim bir şey vardı; o da film boyunca onun kulağına birşeyler fısıldamaya çalışırken yüzümü saçlarına gömdüğüm ve bu duygunun bana çok iyi geldiğiydi.
Film hiç bitmeseydi de olurdu.
Ama bitti.
Onun, ertesi gün okul kampüsünde karşıma çıkacağını ise hiç bilemezdim.
Ama çıktı.

29 Eki 2007

Küstüm

Kendimi bildim bileli, bir şeye kırıldığımda, hemen bir kenara çekilir ve kendime dönerim. Küserim.
Sessizce küserim, kimsenin haberi olmaz.
Ben çok küçükken evlenen ablamı saymazsak, altı kardeşli bir evde büyüdüğüm için, en küçük olduğumdan, hep el üstünde tutulmama rağmen, küsecek bir şey bulmak o kalabalıkta hiç de zor olmazdı.
Anneme küsüp, çok istediğim halde, dizine yatmazdım; ince bir kazakla, soğuktan titreyerek karlarda yuvarlanırdım, hasta olayım diye.
Babama küsüp, yepyeni ayakkabılarımla çamurlara basar, taşlara tekme atardım.
Abime küsüp, sofrada yanına oturmazdım.
Kimsenin haberi bile olmazdı benim küstüğümden. Bazen küskünlüğüm çok uzun sürerdi. Bir keresinde 6-7 yaşlarımda, yemek saatinden önce, sobanın üstündeki tencereden bir parça tavuk etini alıp tam ağzıma götürürken ablam yakalamış, elime vurarak eti yeniden tencereye bıraktırmıştı. Acıyla yutkunmuş, gözlerimden süzülen yaşlarla dışarıya fırlamıştım.
O gün sofraya oturmadım. Öğleden sonra gizlice mutfaktan aşırdığım ekmekle doyurdum karnımı. Sonraki günlerde et yemedim. Tabağımdaki etleri yanımdakine verirken et yemek istemediğimi özellikle yüksek sesle söyledim. Yemeği ablam koyuyorsa, 'bana et koyma' dedim. Et yememe eylemimi kendi kendime belki bir aydan daha fazla sürdürdüm, kimse farketmedi.
Büyüdüm, küsmelerim hiç bitmedi.
Küskünüm hepinize...

26 Eki 2007

İlk Dersim Din Dersi

Üniversiteyi bitirdikten sekiz yıl sonra felsefe öğretmeni olma isteğiyle MEB'e başvurdum. Felsefe öğretmenine ihtiyaç olmadığı için ilkokul öğretmeni olarak atamam yapıldı. Eş durumundan İstanbul, Pendik, Kurtköy, Sülüntepe'de (okulun adını unuttum) bir ilkokula yapıldı atamam.
Kadıköyde oturuyorum, trenle pendik, sonra bir minübüsle Kurtköy, sonrası yürüyerek bir km filan. Okula girdim, müdür yok, müdür yardımcısı, "hoş geldin işlemleri çıkışta yaparız ben sizi sınıfa götüreyim." dedi. Yukarı çıktık, 4. sınıfmış, dersleri boş geçiyormuş. (15 Şubat 1996) Kapıyı açtı, kalabalık bir sınıftı bütün gözler üzerime çevrildi. Müdür yardımcısı, "yeni öğretmeniiz" dedi ve çıktı. Bir süre bakıştık, sanırım 50 nin üzerinde çocuk vardı. Çocukların üstleri başları dökülüyordu, yoksuldular. Adımı söyledim, daha önceki öğretmenlerini sordum, dersleri ne zamandır boştu? Sene başından beri hiç düzenli öğretmenleri olmamış, çeşitli öğretmenler gelmiş gitmiş...
Dersiniz ne dedim, din dersi dediler. hepsinin elinde kitapları vardı. İyi dedim ders yapalım. Nerede kaldınız? Şimdi unuttum, kitaptan bir konu gösterdiler, baktım, hiçbir fikrimin olmadığı abuk bir konu, tamam dedim, o konuyu sonra işleriz bugün başka bir konu işleyelim.
Kitabı karıştırmaya başladım, amacım şöyle bana göre bir şeyler bulmaktı, fakat bulamadım. Sonunda bir okuma parçası imdadıma yetişti. Sanırım Atatürk ve din vicdan özgürlüğü gibi bir şey, bu parçayı okuyalım dedim. Bir öğrenci okumaya başladı. Çok kötü okuyordu, başka bir çocuğa geçtim yine kötü. Çocukların okuma düzeyleri ilkokul 1-2 düzeyindeydi. Üstelik okunanlar da Atatürk'e saygısızlık gibi bir şeydi bana göre, kafamda hiç bir yere oturtamıyorum. Sıkıntı bastı. Zil de çalmak bilmiyor. Öğrenciyi durdurdum, sizin okuma yazmanız iyi değil, bundan sonra din derslerinde Türkçe yapalım dedim. Meğer öğrencilerin en sevdikleri dersmiş din dersi. Sonradan anladım ki aynı zamanda en çok şey bildikleri ders aynı zamanda.
Dönem sonuna kadar onlarla kaldım. Ben onları, onlar da beni sevdi. 54 karne dağıttım sene sonunda hepsinin din dersi 5 Pekiyi geldi. Bir daha da hiçbirini görmedim.

25 Eki 2007

Teflon Tava

Bayramyeri semtindeki bekar evimize üçüncü kişi olarak Sarkis adında tıp fakültesinde okuyan bir arkadaş geldi bir gün. Ev aslında, üçüncü kişi bir yana, iki kişi için bile çok küçük ve kullanışsızdı. Benim gördüğüm ilk teflon tava, Sarkis'in çantasından çıkmıştı, "arkadaşlar bu tava özel, lütfen bunu kullanmayalım" uyarısıyla. Sarkis'in bu tavayı bizim önümüzde ilk kullanımını film gibi izlemiştik. Yağ vıjt diye kaymıştı üzerinde, ayrıca bu tavayla tahta kaşık kullanılması gerekiyordu ve vardı da Sarkis'in bir tahta kaşığı. Üç yumurta kırılacak boyuttaydı, bizi büyüleyen yanı ise yıkamak gerekmiyor olmasıydı, tava kendiliğinden temizlenme özelliğine sahipti. Bilim ve teknoloji işte buydu... Sarkis, tavayı güzelce ekmekle sıyırıyor sonra peçeteyle de şöyle bir silince tava pırıl pırıl oluyordu.
İlk günlerin yabancılığını atınca, Sarkis yokken gizlice kullanır olduk teflon tavasını, biraz daha tanışınca yanında da kullanmaya başladık. Muhteşemdi. Aylarca hiç yıkamak gerekmiyordu.
Sarkis bizimle sanırım altı ay filan oturdu. Birgün eşyalarını topladı, gidiyorum dedi ve gitti. Giderken teflon tavasını almadı. Bu büyük bir armağandı bizim için. O tavayı sanırım canını çıkarana kadar kullandık. Son anımsadığımda teflon olma özelliği pek kalmamıştı...
Tahta kaşık kullanmak konusunda da "boşver artık" diyorduk. "Ne tahta kaşığı?"

9 Eki 2007

Ev Sineması

Babam Bulanık Halk Eğitim Merkez Müdürüydü ve müdürlüğünde sanırım halkın eğitilmesi amacıyla kullanılmak üzere bir 24 mm film makinası bulunurdu. (Makina vardı ama eğitim filmi yoktu) İlçemizde üç kışlık bir de yazlık sinema vardı ve bu sinemalarda gösterilen filmler de 24 mm'likti.
Teknik konulara oldum olası meraklı olan abim, sinema makinasını yüklenip eve getirirdi. Babamın hatırını kullanarak o hafta sinemada oynayan filmi de alınca ev sinemamız tamamlanmış olurdu. Upuzun salonumuzun bir ucuna beyaz perde gerilir, diğer ucunda abim makinayı kurar, filmi takar konu komşuya haber verilir ve film başlardı.
Nedendir bilmem, boş makara yok diye belki, film, projeksiyonun önünden geçtikten sonra kocaman bir çamaşır leğenine akardı. Film bittiğinde koca leğen tepeleme dolardı filmle, abim onu tekrar yerine sarardı sonra. Ömercikleri, Sezercikleri, Yeşil Kurbağaları hıçkırıklar arasında hep evimizde izledim.
Sinema filmleri 35 mm olunca halk eğitim müdürlüğünün sinema makinası işlevsiz kalmış oldu. 24 mm lik o projeksiyonla başlayan sinema büyüsü, daha sonra Bulanık'taki sinemalarda devam etti benim için. Uğur Sineması, Sevenler sineması... Hemen her filmi izlerdim. O yıllardan kalmış olmalı, evde film izlemek en büyük tutkum, yalnız izlediğim dvd'leri saklıyorum, belki bir gün konu komşuyla da toplanıp izleriz diye...

Üniversite Seçimi

12 Eylül adeta hevesimi kursağımda bırakmıştı; orta ikide Nazım'ın şiirleriyle başlayan sol düşünceye olan ilgim, tam bilinçli bir tercihe dönüşecekken ortalık birden bire dümdüz olmuştu. Darbe olduğunda Lise 2'den 3'e geçmiştim, Muş-Bulanık'ta doğup büyümüş bir çocuk olarak İstanbul'da lisedeydim. Bir yandan sıla özlemine bulaşmış bir bilinçle, herkese karşı arabesk bir öfke duyuyor, bir yandan da öfke duyduğum herşeye benzemeye çalışıyordum. Onlar gibi olmak, onlar gibi konuşmak istiyor, kendimi dönüştürmeye çalışıyordum.
Elime geçen herşeyi yutarcasınac okuyordum. Okuduğum lisede pek solcu yoktu, herkesin söylediğine bakılırsa bizim lise, burjuva lisesiydi. Bir iki tane solcu arkadaşım vardı ve zaman zaman onlarla konuşuyordum.
İşte tam bu sırada, kendimi bulmak üzereyken gümm diye darbe oldu. Lise 3'te kayda değer hiçbir şey olmadı, belki bir iki birşey okumuşumdur o kadar. Dersaneye gidemedim. Üniversite sınavı sanırım o yıl iki aşamalı oldu. Türkçem eskiden beri hep iyiydi, matematik dersi de sevdiğim ve başarılı olduğum bir dersti. Bu ikisi bana yetti. İlk sınavı fena olmayan bir puanla kazandım. Tercih yapmaya sıra geldiğinde, tek istediğim siyasetle ilgilenebileceğim bir okul bulmaktı. Siyaset, hukuk filan yazdım Boğaziçi, ODTÜ...
Bu iki okuldan sonra daha önce hiç gitmediğim İzmirde, Ege felsefeyi yazdım. İzmiri solcu bir kent olarak biliyordum. Deniz kenarındaydı, haritada çok güzel görünüyordu.
Sonuç Ege Felsefe olarak geldi. Mutluydum. Kayıt için babamla geldiğimde, ilk Basmanede çıktı karşıma İzmir, Yeni Sadıkbey Otelinde...
Sonra, sonrası...

8 Eki 2007

Edebiyat Öğretmenim Vildan Hanım

Yeşilköy 50. Yıl Lisesi'nde okurken, köyüme duyduğum özlemle küçük küçük hikayeler yazmaya başlamıştım. Edebiyat dersim de fena değildi, genelde ortalamanın üstünde notlar alırdım. Edebiyat hocam Vildan hanım da severdi beni. Aslında çok başarılı bir ortaokul dönemi geçirdiğim için, (6 tane taktirname almıştım, babam ilk üç tanesini çerçevelettirmişti) lise notlarım düşük bile sayılırdı. Sonuçta Muş'un süper öğrencisi olarak, Yeşilköy'de ancak zayıfsız geçebiliyordum. Sessiz sedasız bir öğrenciydim. Özlem doluydum. Dokunsalar ağlayacak bir haldeydim.
Neyse yazdığım hikayeler köy hikayeleriydi. Reşolar Sılolar filan... Biraz Fakir Baykurt, biraz Yılmaz Güney...Biraz solcu... Birgün, beğendiğim iki tanesini okuması için Vildan Hanıma verdim. Ondan sonra ne diyecek diye merak içinde beklemeye başladım. Bir hafta sonra filan koridorda durdurdu beni, çantasından hikayelerimi çıkardı. Ve "Yavrum çok uğraşmışsın ama bak kendine dikkat et, ortalık çok karışık, sen sevdiğim bir öğrencisin, ben sana söyleyeyim böyle gidersen sonun belli sen anarşist olursun. Benden söylemesi, al bunları, dikkat et..."
Kıpkırmızı oldum. Yakalanmıştım sanki.
"Tamam hocam dedim, bir daha yazmam..."
Bir daha köyle ilgili ya da köyde geçen hiçbir şey yazmadım.

12 Eylül 1980

Bulanık'tayım, aslında liseyi İstanbul'da okuyorum ve 2'den 3'e geçmişim. Fakat, sanırım henüz okullar açılmadığı için ben hala ordayım. Çarşıda, bir tanıdığın dükkanının önünde kavun satıyorum. Amcamın köyde tarlasında yetiştirdiği kavunları. Satışlar iyi gitmiyor, kavunlar eskimiş artık, bitse de kurtulsam diye ucuz ucuz veriyorum. Bitmiyor bir türlü.
12 Eylül sabahı marşlarla uyandığımızda ilk aklıma gelen kavunlar oldu. Bu işten kurtuldum galiba diye içten içe biraz sevinmiştim bile. Giyinip dışarı çıktığımda, ortalıkta olağanüstü bir durum göremedim. Bahçede iki abim ve yan komşumuz Hikmet Abi konuşuyorlardı. Yanlarına gittim. Abim, "nereye, bi yere gidemezsin, duymadın mı radyoyu?" dedi. Sesimi çıkarmadım. Devam etti, "televizyonun altındaki kitapları yok et, başımızı belaya mı sokacaksın?" Kitapları unutmuştum. Bir arkadaşımdan almıştım, şimdi unuttum ama marksist kitaplardı ve tam o gün öğlende buluşacaktık ve kitapları geri verecektim. Hemen kitapları alıp sakladım. Çarşıya doğru yürümeye başladım. Çarşı dediğim, birbirini dik kesen iki caddeden oluşmaktaydı. Ortalıkta çoluk çocuk dolaşıyordu, büyükler pek yoktu, asker filan da görmemiştim daha.
Caddeye yaklaştığımda uzaktan askerleri gördüm. Durdum. İşaretle herkese geri gitmelerini söylüyorlardı. Tam o sırada caddeden boydan boya bir asker gurubu rap rap düzenli bir yürüyüşle geçti. Herkes korkuyla onları izliyordu. Yanıma gelen asker "sokağa çıkma yasağı var hadi herkes evine diye bağırdı" İrkilmişim, "kavunlarım var" dedim. "Naapacaksın kavunları yasak diyorum" diye haykırdı. "Açıkta, çalınırsa" deyiverdim. "Kimse yok ortalıkta biz mi çalacağız senin kavununu" diye yeniden bağırdı. Söylediğim bana da anlamsız geldi. Döndüm eve.
Öğlen olmasını bekledim. Arkadaşımla babamın dairesinin yakınında bir yerde buluşacaktık. Eğer gelmezse, kitaplarla eve dönmeyecek onları yolda bir yerlere saklayacaktım. Buluşma yerine gitmek sorun olmadı, askerler sadece ana caddeleri kontrol ediyorlardı. Arkadaşım geldi. Hiç konuşmadık, kitapların olduğu paketi verdim ve hızla geri döndüm.
Ne kadar tehlikeli bir şey yaptığımı (yaptığımızı) anlamam çok uzun sürmedi. Cahil cesareti ya da çocuk cesareti bu olsa gerek.
Ha, unutmadan, o kavunlardan bir hayır gelmedi. Sokağa çıkma yasağı bittiğinde, çoğunu yere yapışmış olarak buldum. Kalanları da kimse almadığı için, onlar da yere yapıştılar. E biraz da yedik canım, çok ballıydılar...

2 Eki 2007

TCDD Pasosu

Lisede her gün okula trenle gider gelirdim. Küçükçekmece'den Yeşilköy'e. Aylık tren pasoları alırdım. Bazı aylar, özellikle tatil filan varsa paso almazdım. Trenden inerken bilet kontrolü yapıldığı için, bileti olmayan bedavacılar normal çıkış yerine istasyondan atlayarak çıkarlardı istasyondan.
Bedavacılara karşı ayrıca trende de bilet kontrolü yapılırdı. Bedavacılar, biletçiyle köşe kapmaca oynarlardı adeta, biletçi bir vagona girerken onlar inip başka vagona geçerlerdi. Bazı biletçiler, bu durumu fazla dert etmezken, bazıları hırs yaparlardı ve çok komik durumlar olurdu. Kapının kenarında dikilip her istasyonda inen binenleri ve biletçi-bedavacı koşuşturmasını seyretmek hoşuma giderdi.
Bazen biletçiler de tren hareket ettikten sonra, son anda atlarlardı bir vagona, böyle durumlarda trenin daha da hızlanmış olmasına aldırmadan trenden kendini atanlar da olurdu. Biletçi eğer yakaladıysa, cezalı bilet keserdi, bu bilet normal bilet fiyatının üç katıydı. Bu yüzden de, bedavacı yakalansa bile uzun uzun pazarlık eder, bir sonraki istasyonda kaçmaya çalışırdı. Bazen, biletçi insafa gelir bir sonraki istasyonda normal bilet aldırırdı.
Bazı kişiler de biletçiyi görür görmez cüzdanını çıkarır ve normal biletin üç katını hiç konuşmadan öderlerdi ve treni kaçırmamak için bilet almaya zaman bulamamış kişi izlenimi yaratırlardı. Ben onları pek inandırıcı bulmazdım, çünkü ben de bedavacı olsam öyle yapardım diye düşünürdüm.
Lise ikinci sınıfta, Sivas'tan sınıfımıza yeni gelmiş bir arkadaşım oldu (adını unuttum). Bu doğululuk bizi yakınlaştırdı sanırım. Onun babası, TCDD'de memur olduğu için yıllık ücretsiz pasosu vardı. Bir gün onu bana verdi, sen bununla gidip gelsene dedi. Baktım üzerinde fotoğraf, isim filan var, nasıl olacak böyle dedim, boşversene ya dedi soran mı var tip olarak da zaten benziyoz. Eee sen dedim. Babam bana ömürlük paso verdi dedi ve başka renk bir paso gösterdi. Bunu kaybettiğimi söyledim dedi.
İlk günler biraz çekinerek gösterdiysem de sonra sonra rahatladım. Bütün yıl pasomu gösterdim ve geçtim.

1 Eki 2007

İlk Aşkım

İlkokul iki belki de üçüm. Evimizin yan tarafında, bizimkilerin sonradan yaptırdıkları küçük bir evimiz daha vardı. İki oda bir salon taş bir ev.
Bu evimizi günün birinde, ilçemize tayini yeni çıkmış olan, bir tapu memuru, ailesiyle birlikte oturmak için kiralamıştı. Upuzun boylu, ince dal gibi, gözlüklü bir adamdı. Karısından hiç birşey anımsamıyorum ama iki kızı vardı. Sema ve Serap. Sema benim yaşıtımdı, inceydi babası gibi, uzun sarı saçları vardı. Serap, Sema'dan bir yaş küçük, daha toplu bir kızdı. Sema, daha ilk gördüğüm andan başlayarak benim için hep özeldi. Birlikte dolaşır, oynardık. Çok şey konuştuğumuzu anımsamıyorum, ama hep beraberdik. Bir kere oyun gereği öpüşmüştük de. Çok özel gelmemişti bana öpüşmek. Ama onun yanında olmak, kolunu tutmak özeldi benim için.
Annemin lahana bahçesinde, sıra sıra dizili ve göbeklerini birbirine dayamış olan lahanaların altına girer yatardık. Hiç kıpırdamaz, konuşmaz, dışardan gelen sesleri dinlerdik.
Annemler, benim Sema'ya aşık olduğumu söylerlerdi. Kızardım onlara ama galiba haklıydılar. Sema'lar bir buçuk yıl filan oturdular bizim evde. Sonra babasının tayini çıktı. Koca bir kamyon yüklenip götürdü bir gün onları. Kendimi çok çaresiz hissettim. Kalbim, metal bir levhanın altında ezildi sanki. Hiç sesim çıkmadı.