2 Oca 2012

Sema

Onu kucakladığımı, kucağıma alıp sevdiğimi hiç hatırlamıyorum, kucağımda uyuduğu duygusu filan da hiç yok bende. Bende kalan, zaman zaman yün iplerle onunla oynadığım ve sobanın dibinde uyurkenki görüntüsü. Bütün aile soba yakılan tek odaya toplaştığımız için Sema kışın daha çok hayatımızın içindeydi. Dışarda, koyu gri bir leke gibi karda koşturduğunu görürdüm ara sıra ama o da sobalı odadan pek çıkmazdı. Yazın ise evin içinde pek görmezdim, damlarda, ağaçlarda dolaşır avcılık yapardı, bazen ağzında bir fare, bazen kuşla görünürdü.
Epeyce kirli bir beyaz, duman rengindeydi. Adı Sema'ydı. Bu adı ona kim, neden vermişti hiç bilmiyorum. Annem ona Seme derdi zaten. Geçenlerde ona "bizim bir kedimiz.." der demez, 35 yıl öncesinden hemen adını hatırlayıp "Seme mi?" dedi.
4 oda bir salon evimizin bir odasında kuzineli bir odun sobası yanardı. Her yıl ekim başında alüminyum soba boyasıyla boyanır ve kurulur, ilk yanışında berbat kokar, sonra nisan ortalarında kaldırılırdı. Kışın bu sobalı odada otururduk, ben, annem, babam ve iki ablam, bir de Sema tabi. Ablamlar, ben ve Sema bu odada uyurduk aynı zamanda. Sömestr tatilinde yatılı okuyan abimler de gelince iyice şenlenirdi oda. Sema çok etkilenmezdi bu süreçten, bazen 3 bazen 6 kişi ve Sema (O, sobanın altındaki muşamba örtüde) olarak uyurduk bu sıcacık odada.
Sema'nın yaz olsun kış olsun evdeki varlığı çok doğaldı. Kimse onun için özel birşey yapmazdı. O, yaz-kış, kendi ihtiyaçlarını kendisi karşılardı. Sonra bir gün yok oldu. Kaç gün sonra fark ettik yokluğunu bilmiyorum, ama annemin "Seme nerelerde?" sorusu, çıkar bir yerlerden düşüncesiyle cevapsız kaldı hep.
Bir yerlerden çıkmadı Sema. Hayatımızdan çıktı çünkü.

Yıllar yıllar sonra, kendi evim olduğunda bir kedinin eksikliğini hep duydum. Ama apartman yaşamı, evlilik, çocuk filan derken olmadı bir türlü. Yıllar yıllar sonra yeniden yalnız yaşamaya başladığımda, ilk yaptığım şeylerden biri sokaktan bir kedi edinmek oldu. 6 aylık bir yavru kedi olarak geldi bana Zarife, adı Zarife oldu, 2 yıldır birlikte yaşıyoruz.
O'nda Sema'yı da kucağıma alıp seviyorum şimdi...

12 Nis 2010

Oynadığım Oyunlar 3 / GIT

Gıt, bahar aylarında misketle (çini de derdik) oynanan sevdiğim bir oyundu. Gıt, iki anlama gelir: hem oyunun adı hem de oyunda kazanılıp kaybedilen şeyin adı; bu şey bazen üç- dört santim boyunda kesilmiş kurşun kalem parçaları, bazen para bazen de misketin kendisi olabiliyordu.

Oyuna katılan herkes, başlangıç çizgisinden itibaren, bir doğru boyunca, birer metre aralıklarla gıtını toprağa diker. Tabi bu gıtlar eşit değerde olmalıdır, yani hepsi kalem veya misket veya para. İkinci aşama oyuna başlamak için sıralama yapmaktır, bunun için yapılan ön yarışmada, işaretlenmiş bir noktaya belli bir mesafeden herkes misketleriyle atış yapar, misketlerin bu noktaya yakınlıkları oyundaki sıralamayı belirler.

İlk oyuncunun, başlangıç çizgisinden itibaren aynı doğrultuda dizilmiş olan gıtlara atış atmasıyla oyun başlar. Atışta, misket baş ve işaret parmakları arasına kıstırılır, el avuç içi yukarıya gelecek şekilde toprağa değdirilir ve parmakların hareketiyle misket ileriye doğru fırlatılır. Atış sırasında el mutlaka yere değiyor olmalıdır, yukarıdan atış yapılamaz. İlk atışta ilk hedef birinci gıttır. Tabi birinci gıt ıskalanıp sonrakilerden birini devirmek olanaklı olduğu gibi, bir kaç gıtı birden devirmek de olanaklıdır. Birinci atıştan itibaren, atış yapan her kişinin misketi, nerede durursa orada bir gıt haline dönüşür, sonraki atıcı eğer bu misketlerden birini vurursa, o kişinin elde ettiği gıta veya gıtlara da sahip olur. Başlangıç atışını yapan son oyuncu eğer herhangi bir gıtı vurursa, atışlarına devam eder. Başlangıç atışlarından sonra, sıra yeniden birinci oyuncuya gelir, yerdeki bütün gıtlar bittiğinde ise oyun yeni gıtlar dikilerek devam eder.

Oyunda, iyi bir nişancı olmak, ilk atışta öndeki gıtı vurmak, son atıcı iseniz, atıştan sonra devam edebilmek için, mutlaka bir gıt devirmek, misketin duracağı yeri de iyi kontrol edebilmek önemliydi.

Çok gıt oynayan çocukların, parmak eklemleri toprakla temastan çatlak çatlak olurdu. İyi oyuncuların yüzlerce kalem gıtı olurdu ama bunlar yazı yazılamayacak kadar kısaydılar dolayısıyla da bir işe yaramazlardı. Para ile biraz daha büyük çocuklar oynarlardı. Dam başlarında, gıtların dikildiği yerler çukurlaşırdı. Yaz aylarında toprak çok sertleştiği için, gıt dikilemez, bu nedenle bu oyun oynanamazdı.

Oynayabildiğim zamanlarda hep sevdiğim, iyi kurgulanmış zevkli bir oyundu GIT, fakat bizimkiler açısından “kötü”, sokak çocuklarına göreydi, oynamama pek izin vermezlerdi. Gizlice, bizimkilerden birilerinin geçmediği yerlerde oynar, ellerim çatlamasın diye her atıştan sonra, tabancasının namlusuna üfleyen kovboy gibi, toprağa deyen parmak eklemlerime üflerdim.

23 Mar 2010

Kadının Her Hali, Sevgili Annem

aşk hali
Hafize, bugünkü Gürcistan sınırında, Ardahan’a bağlı Posof ilçesinin Caborya Köyü muhtarının on altı yaşındaki kızı, ilk okul mezunu, okuma yazma biliyor, cıvıl cıvıl bir köylü kızı. Evlerinin önünden, at üstünde, tozu dumana katarak geçen bir delikanlının gözüne takılıyor. Hafize de etkileniyor bu gözüpek delikanlıdan. Sonra, sıkça kesişmeye başlıyor, çekingen bakışları. Delikanlı, Cilavuz Köy Enstitüsü’nde okuyor, öğretmen çıkacak iki yıl sonra, babası “önce okulu bitir” dediyse de dinletemiyor sözünü.
Yıl 1946, savaş olmuş, savaş bitmiş, Caborya’da Hafize, nefesini ateşe çeviren yürek çırpıntılarının nedenini bile tam anlayamadan, gelin olup, kendisini o atın terkisinde buluyor.
Aşk mıydı bu? Büyük olasılıkla, ama çok hızlı ve çok kısaydı.

doğurma hali
On sekizinde geldi ilk çocuk, sonra da arkası hiç kesilmedi. Bereketli bir toprak gibiydi, her ateşli sevişme meyveye dönüşüyordu. İkişer yıl arayla tam dokuz kere doğurdu. Arada anımsadığı bir kaç tane de düşük var. Biri doğar doğmaz, biri dokuz aylık olmak üzere, iki çocuğunu toprağa verdi. Üç kız, dört erkek tam yedi tane sağlıklı çocuğu oldu. Hep “Allaha şükür dedi, ne güzel çocuklarım oldu.” “Tekne kazıntısı” dediği, sonuncu çocuğunu, beni, doğurduğunda, sadece 34 yaşındaydı.

hasret hali
Annem İkinci çocuğuna hamileyken, babam artık genç bir öğretmendi. Birlikte köy köy dolaşmaya başladılar. İki yıl sonra babamın askerliği geldi. Yedek subay olarak Edirne’ye yolladılar. Edirne neredeydi? Uzaktı, çok uzaktı, tam üç yıl, bitmek bilmedi, üç çocukla bekledi; üç yılda sadece iki kere 15’er günlük izine geldi babam. Hasreti yaşadı.

emekçi hali
Evimizin önünde kocaman bir bahçe vardı, annem bu bahçenin büyük bir bölümünde lahana yetiştirir, onları köylülere buğday karşılığı satardı. Bahçenin küçük bir bölümünde ise patates, soğan, mısır yetiştiridi. Hatta taze soğanlar çıktığında tepsiye dizip abimin eline tutuşturur, çarşıya satmaya yollardı. Neredeyse iki kümes dolusu, kaz, hindi, ördek ve tavuğu da vardı, onları kuluçkaya yatırır, çoğaltır, besler büyütürdü. Civcivlerin ağızlarına tek tek ilaç damlatır, hindi yavrularının popolarına sana yağı sürerdi; kendine ait yöntemler geliştirmişti, bazen anne bir hindinin arkasından seğirten ördek yavruları görürdük. Bizi yumurtasız, etsiz bırakmazdı. Hepsi annemin marifetiydi.
Babamın yaptıkları, bütün bunların yanında, ne kadar az ve basit kalıyordu: Artık Halk Eğitim Merkez Müdürü’ydü. Sabah 8 de dairesine gider, öğlen hep aynı saatte gelip yemeğini yer, saat 13.00 ajans haberlerini dinlerken biraz uyuklar sonra yine dairesinin yolunu tutardı. Akşam mesai sonrası memurlar kulübüne uğrar, hava karardığında çoğunlukla eve dönmüş olurdu. Babamın bahçeyle, lahanayla, soğanla ilgilendiğini hiç görmedim.

kahraman hali
Sabah erken saatlerde ve akşamları evin önünde baltayla odun yarardı. Dev kütükler, annem baltayı indirdi mi hemen ayrılırdı, bana “uzak dur, uzak dur” diye seslenirdi. Bazen gizlice ben de denerdim odun yarmayı, balta cılız bir iz bırakırdı kütükte ya da saplanır kalırdı, çıkaramazdım.
Kışın, bazen boyumdan büyük kar yağardı, sabah uyandığımızda, evin önünün, labirent gibi yürüme yollarıyla açılmış olduğunu görürdük. Bir yol kümese, bir yol çarşıya, bir yol tuvalete...Annem hayatımızın kahramanıydı.

hasta hali
Orta okuldaydım sanırım, bir gün eve geldiğimde annemi yatakta buldum, ablam baş ucunda sessizce oturuyordu. Çok korktum, öleceğini sandım, hızla odadan çıkıp ağlamaya başladım. Onu daha önce hiç yatarken görmemiştim. Hiç hasta olmazdı, ya da kimseye hissettirmezdi.

öğretmen hali
Alfabe kitabındaki resimlere kendince komik komik isimler takmıştı, çok eğleniyordum, daha okula başlamadan, okuma yazmayı kısa zamanda öğretti bana. Evde, babamın her türlü zorlamasına rağmen, okumaya karşı benden başka ilgisi olan yoktu; her karne döneminde annem, babamın öfkesini yatıştırmak, ortamı düzeltmek zorundaydı.

sevgi hali
Çocuklarını öyle çığlık çığlığa seven kadınlardan değildi, sevgisini dışarıya karşı çok göstermezdi. Tekne kazıntısı olarak, her ortamda annemin kucağına gömülür, dizine yatardım, annem başımı okşardı, ondan bana akan sevgiyi duyumsardım.

kıskanç hali
Babamın eve gelmediği gece anımsamıyorum ama, annemin sinirli sinirli dolaşarak, babamı beklediği, geldiğinde ise öfkeyle sorular sorduğu zamanlar olurdu. Babamın kırklı yaşları, annemin kulağına dedikodular geliyor olmalı, erkeklerinin sıkça ziyaretler yaptığı bir yerde görülmüş, asla görülmemesi gereken bir yerde...

güzellik hali
Kolunda küçük bir bohçayla dolaşan bir kadın, ayda bir uğrardı evimize. Annemin iple yüzündeki tüyleri alırdı, kıpkırmızı olurdu yanakları, gözlerinden yaşlar gelirdi. Kadın annemin yüzüne doğru ağzında iple yaklaşıp uzaklaşırdı. Çeşit çeşit kremler sürerdi sonra. Bazen açık saçık şeyler anlatırdı, “Hoca seni bu gece çok beğenecek” derdi.

cilve hali
Sanırım ilk okulun ortalarına kadar annemlerin odasında uyudum. Onlar karyolada yatarlardı bense yere serilmiş bir yatakta, genellikle onlardan önce uyumuş olurdum. Bazen olup bitenleri değerlendiren konuşmalarıyla uyanırdım, bazen de farklı bir tonda seslerini duyardım. Birlikte olmak onlar için, gecenin bir vakti ya da sabaha doğru uyanıp su ısıtmak, banyo etmek demekti. Bazı sabahlarda, annemin parlayan cildinde aşk ve şehvetin izlerini görürdüm.

meydan okuma hali
Ortanca abim, öğretmen okulundan sene sonunda berbat bir karne alınca, eve gelmektense tanıdıklardan borç para alıp İstanbul’a kaçmıştı. Evimizde cenaze vardı sanki herkes ağlıyordu. Babam, öfkeli bir şekilde, “o bu eve bir daha ayak basamaz” gibi bir şeyler söylüyordu. Annem, gözlerinden boşalan yaşlarla “Hiç boşuna öyle konuşma, tabi ki de gelecek bu eve. Bir şey yapacaksan git bul ve getir çocuğu buraya.” diye adeta haykırdı.

acı hali
Kalp ameliyatı sonrası, babamın yoğun bakımdan çıkmasını beklerken gördüm yüzünde acıyı. Asla hastaneyi terk etmedi, bir hafta boyunca onu oradan koparamadık. Yüzünde bazen umut, bazen umutsuzlukla karışık hep bir acı duygusu vardı. Babama bir şey olursa annem nasıl ayakta kalır diye düşünüyordum.

Tek başına olma hali
42 yıllık eşini beklenmedik bir şekilde kaybettiğinde, hiç de düşündüğüm gibi olmadı. Annem bir kahraman olmaya devam etti. Yıkılmadı, tam tersine, sanki üzerinden bir gölge kalkmış gibiydi, bütün kontrolleri eline aldı, kendi evini çekip çevirdiği gibi, çocuklarının, torunlarının aklı olmayı da sürdürdü. Kararlı duruşu, hepimizi çok etkiledi.

korku hali
Korkuyu ilk kez, depremden sonra gördüm yüzünde. 10 yıldır yalnız yattığı yatağında fena yakalanmıştı sarsıntıya. Güçlükle inebilmişti, yıkılmış merdivenlerden. Korkmuştu. Bir daha da yalnız kalamadı evinde.

yaşlılık hali
Annem, kadınlığın her halini yaşadı, artık 80 yaşında. Son çocuğunu, beni doğuralı 45 yıl geçti. Hiçbir zaman konuşkan bir kadın olmadı ama artık neredeyse hiç konuşmuyor. Neler düşünüyor bilmiyorum ama aklı ve gönlü kıpır kıpır, bunu biliyorum. Ona 3G teknolojisini anlatıyorum, dikkatle dinliyor, “bizim telefona olmaz mı?” diye soruyor. Uzun ömürler dilerim anneciğim.

13 Oca 2009

Yeni Sadık Bey Oteli

İzmir'e ilk kez babamla birlikte geldim. Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Fakültesi, Felsefe Bölümünü kazanmıştım. Sanırım babam da ilk kez geliyordu. Fakat, her şey bir anda olup bittiği için İzmir'den bu ilk gelişimde hiçbir şey anlamadım. Sabah, Bornova'da otobüsten inip fakülteye gittik, kayıt yaptırdık ve akşam döndük.
İzmir benim için ikinci gelişimde, Yeni Sadık Bey Otelinde başladı. Yurt'a kabul edilip edilmediğim belli olmadığı için, İzmir'deki ilk üç gecemi bu otelde geçirdim. Basmane Garı'na çapraz köşeden bakan üç katlı eski bir binaydı. İkinci katında tek kişilik bir odada kaldım. Sabah, karşıdaki gardan trene binip okula kadar gidebiliyordum. Okul bitince yine trenle dönüyordum otelime. Yurda giremeyen öğrenciler değişik otellere dağılmışlardı fakat kimseyi tanımıyordum. Akşama kadar Basmane çevresinde, Konak'ta, Kemeraltı'nda aylak aylak dolaşıyor, akşam saatinde yine otel çevresine dönüyor her akşam başka bir lokantada yemek yiyordum. Akşamları, belki bir yalnız olma tedirginliğinden dışarıda pek dolaşmıyordum, otelin lobisinde oturup televizyon izliyordum.
Yurda kabul edilenler listesinde adım çıkınca Yeni Sadık Bey Otelinden hemen ayrılıp yurda yerleştim. İzmir'e karıştım bir anlamda. 1981 yılıydı 17 yaşındaydım.
4 yıl sonra, 1985 yılında kalacak bir yer gerektiğinde kendimi hemen Yeni Sadık Bey Oteli'nin kapısında buldum. 5 ay tutuklu kaldıktan sonra cezaevinden yeni çıkmıştım, Otel aynı ama ben çok farklıydım dört yıl öncesinden, artık İzmir benim kentimdi. Evine gidebileceğim bir çok arkadaşım vardı fakat izlendiğimi düşünüyordum ve kimsenin başını yakmamak için yani o zamanki deyimle 'konspirasyon' gereği kimseye gidemiyordum. Yeni bir başlangıç için, Yeni Sadık Bey oteli geçici bir duraktı bana; tanıdıkdı, ama nedense derin bir hüzün veriyordu.
İki gün sonra dayanamayıp bir dostumu aradım. "Hadi gel!" dedi. Gittim.

7 Oca 2009

Özür Diliyorum

Muş’un Bulanık ilçesinde doğdum. Ailem ben doğmadan iki yıl önce taşınmıştı bu ilçeye. Bütün çocukluğumun geçtiği mahallemizde Türkçe'den başka bir dil konuşan kimse yoktu. Mahallemizin dışında, çarşıda ve Teygut köyüne amcamlara gittiğimde farklı bir dil olarak Kürtçe, çok sık olmamakla birlikte bazen de çarşıda birilerinin Arapça konuştuğunu duyardım.
Ermenice konuşan hiç kimseye rastlamadım. Ama hem Bulanık'ta, hem sık gittiğimiz Teygut köyünde Ermeni Mezarlığı vardı, üstünden geçip giderdik.
Özür diliyorum !
Ermeni sözcüğü, hemen herkesin kullandığı, anlamını bilmediğim bir küfürdü, ablamlar, annem birine kızıp bağırdıklarında “Ermeni” derlerdi. Bana da çok dendi. Ben de çok dedim.
Özür diliyorum !
Ortaokulda öğrendim ancak, Ermeni’lerin de, Türk gibi, Kürt gibi bir çeşit insan olduğunu ve tabi bizi asıp kestiklerini, arkadan vurduklarını, en büyük düşmanımız olduklarını. Fakat soyut bir düşmandı bunlar, yoktular çünkü. Sormadım “neredeler?” diye.
Özür diliyorum !
Doğduğum ilçe yani Bulanık’ın bir adı daha vardı: Kop. (Gop diye söylenirdi, Bulanık'tan daha yaygın olarak kullanılırdı, hatta ilçe futbol takımının adı Kopspor’du.) Kop acaba Ermenice bir ad mıydı?

Ya amcamların köyü: Teygut; komşu köy: Odunçor, onun yanında Kotali, onun yanında Abri... Bunlar aklımda kalanlar... Tabi bunların sonradan konulmuş çiçekli böcekli adları da vardı: Balotu, Yoncalı, Gülçimen vb. Bu adlar Ermenice mi? Kürtçe mi?
Bolca mezarlıkları olduğuna göre bu topraklarda bizden önce onlar da yaşamış olmalılar. Şimdi yoklar. Sormadım “neredeler?” diye.
Özür diliyorum !
Doğup büyüdüğüm topraklarda hiç Ermeni görmedim. Üniversite sınavına, İstanbulda bir Ermeni İlkokulunda gireceğimi duyunca, sınıf arkadaşım , solcu olduğum için sanırım, “eh tam sana göre yer çıkmış” dedi. Yanıt veremedim.
Özür diliyorum !
Üniversitede yıllarımda ilk kez bir Ermeni arkadaşım oldu, üstelik bir süre ev arkadaşlığı yaptık, aynı siyasi görüşlere sahiptik. Onunla ilişkimizde bütün filtrelerimizi kaldırabildik mi bilmiyorum. Bir gün gözleri dolarak, Ermeni olduğu için, askerlikle ilgili yaşadığı sıkıntıları anlatmıştı. Mesele, gelecek güzel günler, sosyalizm filandı ama Sarkis, şimdi ve gerçekti.
Özür diliyorum !
Liseli oğlumla birlikte, televizyonda tartışma programlarında tanıdık Hrant’ın duygu dolu sesini. “Tek doğru düzgün konuşan o” demişti bir kere oğlum. Sonra Hrant’ın haberini vermek zorunda kaldım oğluma. Dondu kaldı çocuk.
Özür diliyorum !

Oynadığım Oyunlar 2 / Domino

7 tane 3-4 cm genişliğinde yassı taş ve tenis topu büyüklüğünde sünger bir topla oynardık dominoyu. Bazen iki kişi de oynardık fakat beş altı kişiyle daha zevkli olurdu. Önce kurayla bir kişi ebe seçilirdi. Ebe bu yedi taşı üst üste kule şeklinde dizer ve kuleden on metre ileriye bir atış çizgisi oluştururdu.
Ebe kulenin başına geçer diğer oyuncular ise atış çizgisinden topla kuleyi yıkmak amacıyla atış yaparlardı. Her oyuncu bir atış yapar kale yıkılmazsa atış sırası sonraki oyuncuya geçerdi.
Bir oyuncu eğer kaleyi yıkarsa, ebe, topu kapana kadar bütün oyuncular merkezden kaçarlardı ve ebe topu tuttuğu anda istop derdi ve topla donup kalmış oyuncuları vurmaya çalışırdı. Eğer bir oyuncuyu vurabilirse ebe o olurdu vuramazsa ebe topu alıp gelene kadar oyuncular kuleyi yeniden kurmaya çalışırdı eğer kuleyi ebe dönmeden kurabilirlerse “DOMİNO” diye bağırırlar ve ebe aynı kalır, oyun devam ederdi.
Kızların da sevdiği, şiddet içermeyen ender oyunlardan biriydi. Belki de bu nedenlerle çok sık oynanamazdı. Hem oyun oynayacak kız hem de sünger top bulmak çok zordu. Üstelik arazi koşulları nedeniyle top çok sık kaybolurdu, bu nedenle kimse kendi topuyla oynansın istemezdi.
Sadece bir kaç kere çok keyif alarak oynadığımı anımsıyorum.

26 Ara 2008

kırkdört

Bugün benim doğum günüm.
26 Aralık 2008 den 26 Aralık 1964'ü çıkarınca geriye 44 kalıyor. Yaşadığım miktarı belirten sayı: 44
Hafize hanım 32 yaşında, Muş'un Bulanık ilçesinde, kar soğuk dememiş, 7. çocuğu olarak doğurmuş beni. Evde. Gülenaz Abla yapmış ebeliğimi. Herşey normal ve doğal. Sonuncu çocuk olmuşum. Tekne kazıntısı.
Babam 35 yaşında, Cilavuz Köy Enstitüsünden, artık deneyimli bir öğretmen, deneyimli bir baba, yedi çocuk babası. Aynı gün yazdırmış beni nüfusa. Murat olsun demiş adı, mübarek dedesinin adı, Yılmaz da olsun demişler nüfustan. Yılmaz Güney var. Yılmaz Murat olmuşum.
Aile içi ve yakın çevrem için hep Yılmaz, diğerleri için Murat.
Sevgiyle büyütmüşler beni, annem, babam, abilerim ve ablalarım. Hep el üstünde tutmuşlar, nazlı-narin olmuşum biraz, büyüdüğüm sert topraklarda.
Çocukluk yıllarım, liseyi okumak için İstanbul'a gittiğimde, biraz erken bitmiş.
Bir doğum günüm olduğunu farketmem de bu yıllarda olur. Başkalarının farketmesi için ise daha da uzun yıllar geçer.
Sanki doğum günleri kutlandıkça hızlanır yıllar.
Bugün kırkdört yaşındayım.
44 yaşındaki babama benziyorum.
Onun gibi kel bir adamım, onun yedi çocuğu vardı benim yaşımda, benim bir tane.
Babamı 2o yıldır özlüyorum.

23 Ağu 2008

Sapan Taşı

Datça, Palamut Bükü.
Beyaz ve beyaz tonları renklerinde çakıl taşlarının oluşturduğu upuzun kumsal.

Kıyıya aralıksız vuran dalgalar ve taşların hışırtısı.
Bu kumsala her gelişimde sapanım gelir aklıma.
Kışları soğuk ve yağışlı, yazları sıcak ve kurak çocukluğumda işte tam da bunu hayal ederdim: Evimizin önünde oturuyorum, her tarafım çakıl taşı, nişan al at, nişan al at…
Deniz? Deniz yok hayalimde.
Sapan çocukluğumda en sevdiğim oyuncağımdı. Sıcak ve kurak yaz aylarında fazla oyun seçeneği yoktu; hem kavurucu sıcak buna çok izin vermezdi, hem de oyun oynayacak kimse bulunmazdı. İşte sapan, son derece basit ve tek başına oynanabilen bir oyuncaktı. Sorun, sapan için taş bulmaktı. Sıcaktan her yer kavrulurdu. Öğleden sonraları çıkan rüzgar kavrulmuş toprağın yüzeyini süpürüp yüzümüze, gözümüze savururdu. Gözümüzü açamazdık. Toprak dışında kalan herşey, evler ve bahçe duvarları taştandı, fakat sapana yerleştirip atacak büyüklükte taş yoktu.
Sadece üç yerde sapan için malzeme bulunabiliyordu:
İlçemizin yakınından geçen Körsu deresinin kıyısında birkaç noktada vardı uygun taş, ki sapanlarımızla Körsu kıyısındaysak keyfimize diyecek yoktu.
İlçeyi Muş’a ve Malazgirt’e bağlayan şose yolun kenarlarında vardı taş. Yol çevresi, etrafta tek bir gölge olmadığı için uygun bir oyun alanı değildi; buradan taş toplar mahalleye dönerdik.
Son olarak da inşaatlar sapan için iyi malzeme kaynağıydı; fakat hem çok inşaat olmazdı hem de inşaat için getirilen çakıl hemen korumaya alınırdı. Eğer fırsatını bulursak ceplerimizi çakıl taşlarıyla doldurup kaçardık.
Tabii sayılı taş, çabuk biterdi.
Sonra o kavurucu sıcakta sığındığım gölgeden Palamut Bükü’nün hayalini kurardım.
Her tarafım çakıl taşı, nişan al at, nişan al at…
Her şey aynı. Tek eksik dalgaların taşlardan çıkardığı hışırtı.

20 Ağu 2008

Oynadığım Oyunlar 1 / Çelik Çomak

Ortaokulu bitirene kadar, Muş'un Bulanık ilçesinde geçirdiğim çocukluk yıllarımla ilgili baskın duygum hep canımın sıkıldığıydı. Kışları soğuk ve yağışlı, yazları sıcak ve kurak geçen bu coğrafya, oyun oynamak için çok da elverişli değildi. Herşeye rağmen keyifle oynadığım oyunları, benim oynamayı pek sevmediğim ama mahalle çocuklarının oynadığı oyunları bir bir anımsıyorum.
Severek oynadığım oyunlardan biri çelik çomaktı.
Oyun için her oyuncunun 50-70 cm bir ağaç sopası olurdu elinde ve bir tane de ortak 15-20 cm boyunda çomak gerekirdi. Oyun iki takım halinde oynanırdı, ideal takım sayıları 3-3 veya 4-4 idi. Eğer yeterli oyuncu yoksa 2-2'i de oynanabilirdi.
Oyuna ilk başlayacak takım kurayla belirlenirdi.

Toprakta bir başlangıç noktası oluşturulur (5 cm çapında bir çukur) bu noktanın etrafına 2 metre çapında bir çember çizilirdi. Başlayan takımın ilk oyuncusu başlangıç noktasından elindeki sopayla çomağa vururdu (önceden belirlenmiş bir doğrultuda) rakip takım oyuncuları ise bu vuruş yönünde belli aralıklarla ellerindeki sopalarla dizilir beklerler ve gelen çomağı havada vurmaya çalışırlardı. Eğer çomağa yere düşmeden önce sopalarıyla vurabilirlerse atışı yapan oyuncu yanar sıra takımın öbür oyuncusuna geçerdi. Havada vuramazlarsa, çomağı yere düştüğü yerden alıp, yere çizilmiş çemberin içine atmaya çalışırlardı, çemberdeki oyuncu ise çomağın çembere girmesini engellemeye çalışırdı. Çomak çembere düşerse sıra öbür oyuncuya geçerdi. Eğer çomak çembere girmezse bu sefer düştüğü yerde, önce uç tarafına vurularak havalandırılır sonra havadayken yeni bir vuruşla çemberden uzaklaştırılmaya çalışılırdı.
Uzaklaştırılma başarılı olmazsa karşı takım bu sefer çok daha yakında olduğu için çomağı çembere daha rahat atabilirlerdi.
Başarılı olmak, çomağı çok uzak mesafelere gönderebilme ve havada çomağı vurabilme becerilerine bağlıydı. Tabi sopanın ağacının kalınlığı ve kalitesi de çok önemliydi. Severek oynadığım bir oyundu, vuruşu eğer çomağın uygun yerine tutturabilirsem öyle bir vınlamayla giderdi ki kimse tutamazdı.
Bu oyun sadece ilkbahar ve sonbaharda oynanabilirdi. Fakat hem uygun havayı bulmak hem oynayacak arkadaşları bulmak ve oyunu başlatmak çok zordu. Her yer bu mevsimlerde genellikle çamur olduğundan, oyun sonunda evden azar işitmek işten bile değildi.
Bazen daha takımları oluşturma aşamasında, bu bizden olsun, o sizden olsun derken oyun hiç başlayamazdı. Oyun kurulamayınca, mahalleli çocuklar arasında çoğu zaman itişip kakışmaca başlardı ki, bundan hiç hoşlanmazdım, sinir olup bir kenara çekilir onları izler veya eve kaçardım.

3 Ağu 2008

Toprak

Ten rengimin beyazlığı ve İstanbul Türkçesiyle konuşmam nedeniyle Muş'ta doğup büyüdüğüme insanlar pek inanmazlar. "Nerelisin?" diye sorulduğunda, Muş'luyum derim. Muş'un Bulanık ilçesinde doğdum ve büyüdüm. Aslında, ailemin Muş'ta doğan tek çocuğuyum, benden büyük diğer altı kardeşim ile birlikte ailem Kars'tan göç etmiş Bulanık'a. Ailede benim dışımda herkes kendisini "Kars'lı" olarak tanımlar.
İşin gerçeği ben bu "nerelisin?" sorusuyla başlayıp süren konuşmalardan hiç hoşlanmam. Liseye İstanbul'da başladığımda tanıştığım herkes bana hemen nereli olduğumu sorardı. Bu soruya konuşmamdaki farklılığın neden olduğunu sonradan anladım ve özel bir çabayla bu şive farklılığını giderdim. Bana özel sorulan "Nerelisin?" sorusunu da liseyle birlikte bitirmiş oldum.
Bazen Muş'lu olduğumu kanıtlamam bile gerekti.
Askerde çay almak uzun uzun kuyrukta beklemeyi gerektiren çileli bir işti. Çay ocağında üç tane asker çayları demlikle veriyorlardı, demlikler az sayıdaydı ve hemen bitiyordu. İlk anda çay alamayanlar demliklerin boşalmasını beklemek zorundaydı.
Çay ocağında demlikleri veren askerin Muş'lu olduğunu öğrenmiştim. Sıranın bana geldiği bir gün elinden demliği alırken "Ben de Muş'luyum" dedim. Hiç tepki vermedi ve yüzüme anlamsızca baktı. Başka bir gün ise sadece "Merhaba toprak, nasılsın?" dedim. Yüzüme dik dik baktı ve yine hiç tepki yok. Benim Muş'lu olduğuma inanmadığını anladım. Sonraki çay alışımda, nüfus cüzdanımı çıkardım, "sen galiba inanmadın bana" diyerek nüfusumdaki "Doğum yeri:Bulanık" yazısını gösterdim. Yüzü aydınlandı, gerçekten de inanmamış bana, torpilli çay almak için öyle söylediğimi sanmış. Askerde üçüncü yılıymış, göğsünde boydan boya kabuk bağlamış jilet yaraları vardı.
Benim askerliğim kısa, çok kısaydı. “Bizimki ne zaman biter bellolmaz” dedi.
Onun sayesinde çayın en güzelini içtik arkadaşlarla. Demliğin gelmesi için ona sadece kendimi gösteriyordum. Etrafta homurdanan filan olursa da onlara sadece şöyle bir bakması yetiyordu.
Sağolasın TOPRAK !

19 Tem 2008

Ege 18 Yaşında

Bugün Ege’nin doğum günü. Oğlum artık 18 yaşında bir delikanlı. Şimdilerde üniversite seçimi yapıyor, bir kaç ay sonra da evden ayrılacak.
Bana hiç ‘baba’ demedi, hep adımla seslendi, doğduğu andan, onu korkulu bir heyecanla kucağıma aldığım andan beri hep bir güzellik kattı hayatımıza. Bebekliğinde, hiç nedensiz çılgınca ağladığı zamanlarda, uyuduğunu sanarak sessizce odasından çıkarken ‘ibaaj nereye?’ diye bağırdığı zamanlarda, ateşi çıktığında başında sabahladığım zamanlarda, geceleri en derin uykularımdan ‘ibaj çisim var’ diye seslenerek kaldırdığı zamanlarda, ‘neden?’ ‘neden?’ ‘herşeyin bir nedeni vardır diyosunuz, öyleyse neden?’ diye tutturarak beni zor durumda bıraktığı zamanlarda bile varlığından hiç pişmanlık duymadım.
Ege şimdi 18 yaşında, ben ise 43.
Ben 18 yaşında iken babam 53 yaşındaydı.
Babam benim doğum günümü hiç kutlamadı. Doğum günü kutlaması bizim ailede hiç olmadı.
Bir doğum günümün olduğunu fark etmek, doğum günümün kutlanması veya birinin doğum gününü kutlamak benim için çok geç yaşlarımda, evlenince, eşim sayesinde olabildi. Yetişkin yaşlarıma kadar da doğum günü kutlamalarının hep çocuklar için yapıldığını sandım.
Bugün Ege’nin doğum günü. Hayatında yepyeni bir döneme adım atıyor.
Ben 18. doğum günümde, 26 Aralık 1982’de, hayatımda yeni bir döneme girerken ne yapıyordum anımsamıyorum, doğum günüm olduğundan bile habersizdim büyük bir olasılıkla. Üniversite 2. sınıftaydım. Felsefe okuyordum. Sevgilimden ayrılmıştım. Bana göre ülke duyarsız kalınamayacak kadar zor günler geçiriyordu, her yerde baskı ve zulüm vardı. Bir yıl önce ordu yönetime el koymuştu ve faşist bir askeri cunta ülkeyi yönetiyordu, bu cuntanın yıkılması için, önce demokrasi, sonra da sosyalizm için örgütlenmek ve mücadele etmek gerekiyordu. Böyle bir zamanda doğum günü filan zaten önemsizdi. 8 kişilik yurt odasında kalıyordum, oda arkadaşlarımı sevmiyordum. Yurt müdürü emekli bir albaydı. Her sabah yataklarımızı ‘yatak toplama talimatı’na uygun olarak toplamak zorundaydık. Geceleri her yerde askerler devriye geziyordu.
Ben, 18 yaşımda, kendimden, kendi sorunlarımdan, kendi doğum günümden habersiz olarak, bütün bu sorunların çözümüne adamıştım kendimi.
Şimdi Ege 18 yaşında, onun bütün doğum günlerini kutladık, ben 18 yaşındayken askerlerin hazırladığı anayasa hala geçerli ve o dönem için kimseden hesap sorulmadı, hala sorulamıyor. Bugünlerde, darbe hazırladıkları gerekçesiyle bazı emekli askerlere ve askerlerden medet uman bazı sivillere yönelik büyük bir operasyon yapıldı, bazı emekli generaller tutuklandı. Her türlü darbeden en büyük zararı görmüş olan bazı sol çevreler ise bu darbe karşıtı operasyonlara, iktidara muhalif oldukları için duyarsız kaldılar, ve ben bu günlerde daha iyi anladım ki demokrasi için, darbe tehtidi olmadan siyaset yapabilmek için aşılması gereken daha çok engel var.
Ege, her şeye rağmen, benden daha iyi koşullarda yeni yaşına girdi ya da bana öyle geliyor.
İyi ki doğdun EGE ! İyi ki VARSIN!

5 Tem 2008

Sorguda

Ölmeyi değilse de bayılmayı çok istedim. Küt diye gidecektim, her şey silinecekti birden, ama istemekle olmuyor işte.
Sorgudaki son iki günümü, 6. ve 7. günlerimi, ayakta, yürüme halinde, yemek ve tuvalet olmadan geçirdim. Çok iyi hatırlamıyorum ya falaka ya da askı sonrasıydı, amirleri emretti, “takın şu .............evladını, uygun adım, tuvalet muvalet hiç birşey yok, işerse yalatırsınız.”
Uzunca bir koridor olduğunu düşündüğüm yerde kalorifer borusu gibi bir yere kelepçelediler beni, belimden biraz yüksekte kaldı ellerim. Gözlerim, hücre dışında her zaman bağlıydı zaten. Koridorun benim yüzümün dönük olduğu tarafı bana cammış gibi geldi, Konak’a bakıyordu hatta, tabi camlar boyanmış. Kelepçelendiğim yerde sürekli yürüme halinde olmak zorundaydım, azcık duraksayınca arkadan tekme geliyordu, yanında da çoğunu ilk kez duyduğum küfürler.
T.C. İzmir Valiliği Emniyet Genel Müdürlüğünün bilmem kaçıncı katındayım. Konak’tayım. Hatta gözüm açık olsa, camlar boyalı olmasa, müthiş bir manzararaya bakıyor olacağım. Burada yüzlerini bilmediğim insanlar var, aile babaları, devletimiz onlara maaş veriyor, onlar da devleti bizlerden koruduğunu düşünüyor, özveriyle çalışıyor bu uğurda, onların yüzleri yok, tekmeleri, tokatları, sopaları var. Bir de dilleri var korkunç küfürler ediyorlar.
Zaman geçtikçe ayakta durmak, yürümek çok zorlaşıyor. Asıl tuvalete gitmek isteğim hızla artıyor, idrarım acı acı yakıyor. Bayılmayı çok istiyorum. Olmuyor. Ara sıra benim küfürbaz tekme atıcım, birileriyle konuşuyor o sırada yürümeyi kesebiliyorum. Gece olunca da uyur her halde diye düşünüyorum fakat sanırım 12 de nöbet değişiyor. Benimki yeni gelene, “uygun adım, hiç bir şey yok” diye beni teslim ediyor böylece taze ve güçlü bir tekmeleyicim oluyor. Bayılmayı çok istiyorum, atayım diyorum kendimi, zaten bağlıyım, ancak bulunduğum yerde yığılır kalırım, yutarlarsa biraz güç toplarım hiç değilse. Bırakıyorum kendimi, kelepçe biraz elimi acıtıyor, "bayıldın mı lan ..... koduğumun çocuğu, ben sana bayılmayı gösteririm" diye böğürerek anında çullanıyor üstüme, çok kötü girişiyor.
Tuvalet dayanılmaz bir hal alıyor ve her şeyin önüne geçiyor.

Azar azar bıraksam, kontrol edebilir miyim? Küçükken, köyde, orda burda işerken biri gelirse filan anında kesebiliyordum işemeyi. Azıcık bırakayım, ikinciyi bırakana kadar zaten önceki kurur bile. Üzerimde kot pantolon var, belli bile olmaz diye düşünüyorum.
Bırakıyorum. Azcık.
Oh biraz rahatlıyorum..
Duruyorum. Azcık.
Durabiliyorum, fakat azcık. İkinci postayı hemen bırakmak istiyorum, çok güçlü bir istek bu.
Bırak- bekle, bırak- bekle tuvaletimin tamamını yapıyorum. Her şey biraz hızlı oluyor galiba, beklediğim kuruma gerçekleşmiyor, pantolunumdaki ıslaklığı duyuyorum, kuruyana kadar beni buradan almasalar bari diyorum, resmen altıma işedim be... çok utanıyorum...
T.C İzmir Valiliği Emniyet Genel Müdürlüğü’nde,
Konak’ta, 21 yaşında...

3 Tem 2008

Aşk Mektubu

Lise ikinci sınıfın başlarında aldım o tutkulu mektubu. Bulanık Postanesinde damgalanmış, adımın altında Yeşilköy 50.Yıl Lisesi, İstanbul yazıyor. Hey yavrum hey tutkulu olmasa, nasıl gelip bulacak beni, 32 saatlik yoldan, çarpık bir yazıyla yazılmış yarım yamalak adresiyle geliyor. Müdür yardımcısı nöbetçi öğrenciyle çağırttırıp beni, tutuşturuyor elime mektubu.
Kimden geldiği yazmıyor zarfta, hemen açıp bir solukta okuyorum, çarpılıyorum.
Seni ilk gördüğüm andan beri deli gibi seviyorum diyor. Kimsin sen? Hemen mektubun sonuna bakıyorum. Seni canından çok seven ve sonsuza kadar sevecek olan Melek. Melek, komşumuzun iki kızından biri, Çetin’in kardeşi. Çetin benim arkadaşım, yaz tatilinde Bulanık’taydım. Senin de beni sevdiğini biliyorum diyor. Nasıl yani? Melek görüntüleri getiriyorum gözlerimin önüne, pespembe yanakları var, sapsarı saçlı bir kız. Çetin’le beraber bir iki kere onların bostanlarına gitmiştim. Aklımın ucundan geçmedi Melek, sade Melek mi kimse yok aklımda benim o yaz. Ah o Çetin, yok mu? hep bizi o bozdu, ama kimse bizi birbirimizden ayıramaz. Kendimi salak gibi hissediyorum. Sahi ya ben bir salağım. Melek ya evet, gel sana mısır koparalım diye benimle yalnız kalma fırsatı yaratmıştın, hatta kolumdan bile tutmuştun, galiba heyecanlıydın, ya ben, ben salak, anlamadım, hemen sonra da Çetin geldi. Seni her zaman bekleyeceğim. Aşkım benim!
Yeşilköy tren istasyonuna yürüyorum, kendimi berbat hissediyorum, nasıl habersiz kaldım bu kadar? Öyle çaresizim ki, seslensem duyuramam, mektup yazamam, gidemem. Bekle beni aşkım! Kimse bana aşkım demedi, hemen yanına uçmak istiyorum. Hayır, hayır, Çetin filan bizi bozamaz diyerek sana sarılmak, mısırların arasında iki kolundan tutup kendime çekmek, dudaklarından öpmek istiyorum.
Melek’i bir daha hiç görmedim!

2 Tem 2008

Kıskançlık

Eşim ilk kıskançlık fırtınasını kopardığında üç ya da dört aylık evliydik. İkimiz de çok gençtik, çok fazla aşk macerası geçmemişti başımızdan. Çok şaşırmıştım, bana göre bu fırtınaya neden olabilecek hiç bir şey yoktu. Sonraki yıllarda fırtınanın devamı geldiğinde, şaşkınlığım geçti; anladım ki , zaten kıskanmak için buna neden olabilecek her hangi bir şey gerekmiyordu.
İlk aylarımız, ben işsizim, evde debeleniyorum, iş bulmaya, iş yaratmaya çalışıyorum. 141’den aldığım bir cezam var, aranıyorum, asker kaçağıyım, çok rahat hareket edemiyorum yani. Ne olacağımız belirsiz, korkuyorum, korkuyoruz, tutunmaya çalışıyoruz. Eşim, bir arkadaşımızın çalıştığı Taksim’de bir maket bürosunda işe başladı, evimiz Pendik’te, demir, deniz ve kara yolunu kullanarak sabahın köründe gidip akşam üstü dönüyor.
Döndüğünde merakla neler olup bittiğini soruyorum, iş yerine ben de bir kaç kere gittiğimden çalışanları tanıyorum ve onları da soruyorum. Fakat içlerinden birisini, bir kızı, hep onu soruyormuşum. “Git kendin bak, o kadar merak ediyorsan” diye bağırdığında, önce anlayamadım, hep onu mu, sadece onu mu soruyordum? Bana öyle gelmiyordu. Peki ona karşı özel bir merakım var mıydı? Hayır!
Şaşırdım ! Aslında ne yapacağımı bilemedim, öyle olmadığını anlatmaya çalıştım, savunmaya geçtim yani, haksızlığa uğradığımı düşünüyordum.
Kıskanma duygusuyla ilk karşılaşmam böyle oldu. Şiddetli bir karşılaşmaydı benim için. Tırstım. Bir daha hiç “eskisi gibi” olamadım.

17 Haz 2008

Sokağa Çıkma !

Sokağa çıkma yasağı gece 12 de, sokaklardaki koşuşturmaca ise bir saat öncesinden başlıyordu. Herkes korku içinde hızlı hızlı hareket ediyor, adeta başını sokacak bir delik arıyordu. Bu saatten önce ortalıktan kaybolamazsan, başına neler geleceğini kimse bilemezdi, en iyi olasılık sıkı bir dayak yiyip geceyi nezarethanede geçirirdin.
Levent Tarhan liseden arkadaşım, son sınıftayız, neden bilmiyorum, belki Beyoğlu’nda birşey izledik, belki dolaştık ama gece onikiye çeyrek var, biz son treni kaçırmış durumdayız. Sirkeci Garının kapısında birbirimize bakıyoruz korkuyla. O gece Levent'lere gitmeyi planlamıştık, Levent’lerin ev Yeşilyurt’ta. Hiçbir yol yok, saat hızla 12 ye yaklaşıyor ve hızla yalnızlaşıyoruz.
Birden Levent’in aklına parlak bir fikir geliyor, dergiye sığınalım diyor, Gırgır’a. Levent, o sıralar çıkan Mikrop dergisinde çiziyor, Gırgır’da da çizmeye başlamış. Hızla tırmanıyoruz Cağaloğlu yokuşunu, nefes nefese giriyoruz dergiye, sanırım Günaydın Gazetesinin içinde.
Kapıdaki güvenliğe soruyor levent, servis saat 2'deymiş.
Rahatlıyoruz, çöküyoruz bir yerlere bekliyoruz uyuklaya uyuklaya. Herşey uykuyla mayalanıp birbirine karışıyor. Servise biniyoruz, saatlerce dolaşıyor servis, boş sokaklarda deli gibi gidiyoruz. Uyku uyanıklık arasında sıs sık minibüsümüzü askerlerin durdurduğunu anımsıyorum. Şoför "basın” diyor her seferinde ve izin belgesini gösteriyor. Sabaha doğru giriyoruz Levent’lerin eve, evde kimse yok.
Hemen uyuyoruz.
Sabah salonda uyanıyorum, bildiğim evlerden çok farklı. Kocaman bir salon, büyük mobilyalar duvarlarda tablolar ve müzik aletleri asılı, salonda büyük bir piyano da var. Levent'in babası ud sanatçısı, annesi ise ressammış.
Güzel bir kahvaltı hazırlıyoruz birlikte. Onun odasındayız, etraftaki her şey benim için farklı. Levent, sana Victor Jara dinleteyim diyor, onun plaklarını çıkarıyor, siyah-beyaz plak kapakları. Upuzun saçlı bir genç Victor, çocuklarla, gitarıyla. Ben daha önce hiç duymadım. Victor’un öyküsünü anlatıyor sonra, Şili’yi Allende’yi, stadyum cinayetlerini. Çok etkileniyorum. Victor’un sesi içime işliyor adeta.
Darbeciler Şili’de ya da bizde hep aynı...
Levent nerelerdesin?

14 Haz 2008

Am, Is, Are...

42 yaşında, am, is are ile ingilizce dil kursuna başlayınca, bu dili öğrenebilmek adına hayatım boyunca olan biten her şeyi anımsadım bir anda.
İlk ingilizce derslerim, ortaokula başladığım ilk yıl başlıyor; okulda öğretmen olmadığından dersler boş geçince, babam Halk Eğitim Müdürlüğünde ingilizce kursu açıyor. Hafta sonları oraya gidiyorum. 8-10 öğrenci var, genç bir abla veriyor dersleri, dev gibi bir salonda çalışıyoruz, ortada neredeyse benim boyumda silindir bir kömür sobası var. Sobanın etrafında toplanıyoruz, Muhittin abi, sık sık gelip ya kömür atıyor, ya da uzun bir şişle sobayı karıştırıyor, sobanın kapağını her açışında, keskin bir koku yayılıyor ortama, sonra kokuyu duymuyoruz. Bu kurs ne kadar sürüyor bilmiyorum ama sınıfın en çalışkanıyım.
Ortaokulda hiç ingilizce hocası olmuyor, sanırım son sınıfta bir süre Kemalettin Barlas geliyor derslere, arkadaşımın babası, ingilizce hocası sonuçta, fakat ingilizce adına bir şey olmuyor. Babam bana çok güveniyor, eğitimsiz kalıyor olmamdan dolayı kaygılı fakat yapabileceği bir şey de yok.
Ortaokul böylece Mr and Mrs Black ile bitiyor.
Lise için büyük bir sıçramayla, İstanbul'a, Yeşilköy'e, Yeşilköy 50. yıl Lisesine geliyorum. Bir çok şeyle aynı anda boğuşmak zorundayım. Muş Bulanık'tan, İstanbul Yeşilköy'e gelmişim. Ailemden ayrı, amcamlarda kalıyorum. Off of... İngilizce çok zor geliyor, herkesten çok gerideyim, daha doğrusu sıfırım. Bırakıyorum. Çünkü, Bulanık'ta okulu birincilikle bitirmeme rağmen diğer derslerde de çok geriyim ve yetişmeye çalışıyorum. Dersler bir yana, herkes çok başka, ben çok başkayım.
Öğretmen bana bir şey sorduğunda, Muş'tan geldim, hiç öğretmenim olmadı diyorum, tamam diyor, yapacak bir şey yok, bir şekilde geçiyorum sınıfı. Son sınıfta öğretmen değişince "Muş'tan geldim" hikayesi tutmuyor, geçemiyorum. Üniversite sınavını kazanıyorum fakat karnemde ingilizce zayıf. Yazın çalışıyorum güya ama boşuna, sözlü sınavında üniversite sonuç belgemi gösteriyorum, gözlerim doluyor. Öğretmenler Kurulu kararıyla geçiyorum.
Üniversitede ingilizce seçmeli bir ders. Seçiyorum tabi yeni bir başlangıç için. Haftada iki ya da üç saat ders var. Öğretmen yirmi yaşlarında bir kızcağız, içim eriyor ona baktıkça, sanırım herkesin eriyor. Derslere başladığı nokta benden çok ilerde, ingilizce olmuyor ama ben ona aşık oluyorum, bütün hafta onun hayaliyle İngilizce dersini beklemeye başlıyorum, durum çok umutsuz ve ben giderek daha mutsuz oluyorum. Sonra, sonra bir derste öğretmen isteyen çıkabilir diyor bu dersten, çıkıyorum.
Ve sonra geçen yıllar yıllar... Şimdi yeniden am, is are ile başlıyorum.
My name is Bozo.
Can I learn English ?

9 May 2008

Babamın Kütüphanesi

İlçe Halk Kütüphanesi, babamın müdürlüğünü yaptığı Halk Eğitime bağlı bir birimdi. Çoğu, resmi devlet yayınevlerinin kitapları olmak üzere epeyce kitap vardı burada. Kitaplarla kurduğum ilişkide babamın ve bu kütüphanenin büyük payı oldu. Kütüphaneye gelen kitapları babam önce eve getirirdi abimler ve benim görmemi isterdi, "Bakın bakayım var mı istediğiniz?" diye sorardı. Üç abimden hiçbiri kitaplarla ilgili olmadı, bu ilişkiyi sadece ben kurabildim. Kültür bakanlığının küçük boy ciltli çocuk kitaplarını, altın gümüş masallarını birer birer okudum.
Ortaokulda Dostoyevskileri, Tolstoyları arka arkaya deviriyordum. Bazılarını anlamıyordum ama olsun okuyor ve bitiriyordum. Bazı günler babamın dairesine giderdim. Genellikle daktiloda yazı yazıyor olurdu. Odasının kapısında beni görünce elini kaldırır "gel" derdi, yanına gidince yumuşacık okşardı beni, pek ender öperdi. "Kitap almaya geldim." derdim gururla, elimde bitirdiğim bir kitap olurdu. Alırdı elimdeki kitabı şöyle bir bakar, sayfalarını karıştırırdı, sonra yerinden kalkar eli omuzumda beni yandaki kütüphane odasına götürürdü. Kütüphanede kimse olmazdı genellikle, kütüphane memuru babamı görünce hemen ayağa kalkar ve bizi karşılardı. Babam, elindeki kitabı memura uzatır, "bitirmiş" derdi gururla, sonra bana "bak seç bir kitap da ablan versin sana" derdi ve dönerdi. Kitapları uzun uzun incelerdim, bazen ilgimi çeken bir kitap bulamasam da, alırdım birini, çünkü kitaplar benim için, babamın, bakışıyla, yumuşak dokunuşuyla beni okşaması demekti, babama dokunmak demekti, bundan güzel ne olabilirdi ki...

9 Nis 2008

Büyük Dersane

Ege 7. sınıfa geldiğinde, eşimle birlikte kendimizi Büyük Dersane'nin kapısında bulduk. Her anne babanın başına gelen ve bizim dudak kıvırarak baktığımız acımasız bir sürece giriyorduk aslında. İyi bir liseye girebilmesi için iki yıl dersaneye gidecekti. Sonra iyi bir üniversite süreci başlayacaktı...
Büyük Dersane kısa bir süre için bile olsa benim gittiğim tek dersaneydi. Bir zamanlar üniversite son sınıfta, bir delikanlı olarak oturduğum sıralara şimdi oğlum oturacaktı, epeyce bir yaş farkıyla da olsa...
Üniversite son sınıftayken bir okul daha okumaya karar vermiştim. iki nedenle istiyordum: Birincisi, akademik olarak çok tatmin olmuş hissetmiyordum kendimi. İkincisi ise, üniversitede okumak güzel gelmişti ve çabucak geçmişti, bitirince hemen yapabileceğim bir iş de yoktu... eee öyleyse neden bir bölüm daha okumayayım?
Fakat şöyle bir sorun vardı: Eğer şu anki bölümümü bitirirsem yeni bir fakülteye başlamadan önce askerliğimi yapmak zorundaydım ki bu hiç bir koşulda istemediğim bir şeydi. Bu yüzden de ikinci bir okula ancak bulunduğum okulu bitirmeden başlayabilirdim. 4. sınıftaydım ve bu 4 yıl boşa gidecekti. Tamam diyordum, tamam, diploma da olmayıversin.
Hemen Büyük Dersaneye kaydımı yaptırdım. (lisedeyken dersaneye gidememiştim, bir özlem mi bilmiyorum) Dersane beni motive eder diye umuyordum. Babama da yazdım ama "okuduğum bölümü bitirmeden" demedim. Destek geldi babamdan, hatta aylığımı biraz artırdı dersane parasına takviye olsun diye. Fakat dersane umduğum gibi olmadı, nedense, sınıftaki diğer öğrencilerin bana tepki duyduklarını sezdim. Sanki, zaten üniversiteli olduğum için, onların haklarına engel oluyormuşum gibi. Bilmiyorum, belki benim kuruntum, öte yandan zaten düzenli olarak devam edemedim, çalışma da yapamadım. Örgütsel faaliyetlere koşuşturmaktan derse zaman bulamadım. Sonuçta, dersaneye birinci aydan sonra gitmez oldum.
Birinci sınava girdim. (iki aşamalıydı sınav) İyi geçti.
Kazanmış oduğumu Şirinyer Askeri Cezaevinde öğrendim. Normalden daha çok heyecan duydum, nedeni ikinci sınava orada cezaevinde girecek olmamdı. Bir heyecan gelmişti, bahaneyle belki bir yerlere bile giderdim. Kazanmak ve yeni bir okul düşüncesi anlamını yitirmişti benim için, ders motivasyonum hiç yoktu, oysa ikinci sınav bilgi ağırlıklıydı ve çalışmak gerekiyordu. 5 yıl 6 ay 20 gün hapsim isteniyordu ve ben orada olmaktan çok sıkılmıştım.
İkinci sınav için, beni Şirinyer askeri cezaevinden Buca cezaevine götürdüler. 8-10 kişi girdik sınava, tek tip, lacivert elbiselerimizle. Gazeteciler gelmişti. "Cezaevinde ÖSS Heyecanı" haberi için, uzun uzun flaş patlattılar. Sonra gittiler.
Sınav mı? Kötü geçti. Kazanamadım.
Ama, koğuştaki ranzamda, uzun öğleden sonralarımda, uykuyla uyanıklık arasında, sınav sonuçlarını açıklanışını hayal ettim. "Bu yılın ÖSS birincisi, Şirinyer Askeri Cecaevi'nden, üzerinde "Yaşasın 1 Mayıs " yazan 104 tane trik (trik ne ya) bulundurmak ve devleti mahvetmek için örgüt kurmaktan, anayasaya tazyik ve, ve tahrik yapmaktan aslanlar gibi yatıyor, daha 5 yıl 6 ay 20 gün yatacak; işte bu memleket bu yüzden adam olmaz. Ne ayıp, ne ayıp, avrupa şimdi ne diyecek bize, gelin bu sorunu çözelim. ÖSS sınav şampiyonunu çıkaralım dışarı."
Çıkarmadılar...

24 Mar 2008

Sıradayağı

İlk ve ortaokul yıllarımda, hemen hemen bütün öğretmenler dayak atardı; hem bir öğretmen çocuğu, hem de başarılı ve derli toplu bir öğrenci olduğumdan ben pek dayak yemedim ama. İlk okulda sınıfın en başarılı öğrencisiydim. Öğretmenim Abdurrahman Okuyucu idi, sınıf dolabının anahtarını bile verirdi bana. Hep sevgiyle davranırdı.
Ortaokula daha yeni başlamıştım ki ilk dayağımı matematik öğretmeni Mustafa Akbal’dan yedim. Saçma bir nedenle. Sanırım sıranın üzerine tükenmez kalemle ya adımı ya da numaramı yazmıştım. Okul kurallarına her zaman uygun davranan bir öğrenci olduğum için sadece bir uyarı yeterdi benim için oysa. Yaptığımın farkında bile değildim aslında, belki de ilkokulda örtü kullanıldığı için, sıraya yazı yazmanın kötü bir şey olduğunu kimse söylememişti bana. Kulağımı çekip bir de tokat attı, kendimi çok kötü hissettim. Matematik benim en sevdiğim dersti, Mustafa Akbal’ın çok pişman olacağını ve bu yaptığından dolayı çok utanacağını düşünüyordum.
Birden yüze kadar olan sayıların toplamını kim yapabilir, yapana 100 vereceğim dediğinde, tek başıma tahtaya kalkıp Gaus yöntemiyle hesaplamayı yapınca, intikamımı almış olduğumu düşündüm. Bana kalırsa çok utanmıştı.
İkinci dayağımı ise o sıralar bizim dersimize bile girmeyen fen öğretmeni Ziya Arslan’dan yedim. Nedenini bile anlayamadım. Dersimiz boştu, sınıfa elinde bir sopayla girdi ve hepimizin önce parmaklarını bir araya toplatıp tırnak uçlarına, sonra da avuç içlerimize acımasızca vurdu. Gözlerimden yaş geldi. Sıradayağı idi bunun adı (ben ilkokul üçüncü sınıfa kadar bu dayağı sıradan koparılan bir tahtayla atılan dayak sanırdım), bence çok daha aşağılayıcı ve acı vericiydi.
Ziya Arslan dev gibi bir adamdı, onu gördüğümde hep korktum. Matematik öğretmenimin yaptığından çok pişman olduğundan emindim ama Ziya Arslan’ın azıcık bile olsa pişmanlık duyduğunu sanmıyorum.
Bunca yıl sonra, her şey çok taze benim için hala, acısı geçmek bilmedi bir türlü...

15 Mar 2008

Sabah Sigarası

Dudaklarım ilk kez bir kızın dudaklarına değdiğinde, bir an nasıl soluk alacağımı bilememiş, soluksuz kalmış, sonra yeniden soluk aldığımda ise bir garip olmuştum, katılmıştım sanki. Bu, o zamana kadar yaşadığım en güzel şeydi, fakat, o dudaklar aralanıp da dilim ateşli bir ıslaklıkta dolaştığında yaşadığım en güzel şeyin asıl bu olduğunu anladım.
17 yaşındaydım. O cesur davranmasaydı, ben asla cesaret edemezdim böyle bir şeye. Daha bir hafta olmuştu tanışalı, el ele orda burda dolaşıp duruyorduk, “çıkıyorduk” işte, saçlarına, yüzüne dokunuyor, beline sarılıyordum bazen. Kafede karşılıklı oturduğumuzda ayaklarını bana kadar uzatıp heyecanlandırıyordu beni.
Geceleri bol yıldızlı bir gökyüzü, gündüzleri ise üst üste kondurulmuş kutucuklar gibi görünen bir tepeye bakıyordu oturduğu ev. Kapısı sokağa açılan, müstakil bir öğrenci eviydi. Yurtta kaldığım için, öğrenci evi özgürlük demekti benim için. Her şeyi olduğu gibi o yıllarda, yurdu da bir asker, emekli bir albay yönetiyordu, belli bir saatte dönmek zorundaydık, her akşam imza atmak, yatağımızı askeri nizama uygun toplamak zorundaydık filan.
Bir akşam, “kal burada” diyor. İçim eriyor. Yerime imza atar mı arkadaşlar diye düşünüyorum, kaygılıyım ama tamam diyorum. Kalıyorum. Soba bir türlü ısıtamıyor minicik odayı, her yerden rüzgar giriyor sanki içeriye. Battaniyelerle oturuyoruz. Yatma vakti geldiğinde, arkadaşı öbür odaya çekiliyor. Her şey birden bire oluyor sanki, üşüyor, üşüyoruz… Yorganın altına giriyoruz. Giysilerimiz üzerimizde. Nefeslerimiz iç içe. İşte dudaklarım o anda dokunuyor ilk kez bir kızın dudaklarına. “Sen daha önce öpüşmemişsin” diyor. Doğru öpüşmedim. “Bak işte böyle” diyor. Evet öyle. İkimizi de ateş basıyor. Elimden tutup dolaştırıyor beni.
İlk aç sigaramı orada içiyorum, sabaha doğru. Sonra yıllarca hep içiyorum, o sabahta.
Bornova’da üniversite kampüsüne gitmek için otobüs beklerken birden uyandım sanki ve yaşadıklarımı o anda algıladım. Öylece kaldım, kıpırdarsam, hayata karışırsam bu duygu bitecekti sanki, kaç otobüs geldi gitti bilmiyorum… herşeyi yeniden çoğalttım ve sonunda boşverip otobüsü yürüdüm gittim.

15 Şub 2008

Tek Bi Çekko

Nedense Orhan’ın hikayesi beni daha çok etkilemişti diğerlerinden. O, aslında olmayan “Tek bi Çekko” adlı bölücü, yıkıcı ve her bakımdan korkunç bir örgütü kurmak ve yöneticiliğini yapmaktan yargılanıyordu ya da aynı zamanda bu örgütün çeşitli suçlarından cezalar almıştı. 4 yıldır içerdeydi. Kürttü Orhan, tamam camiden toplamamışlardı ama “Tek bi Çekko” diye bir örgüt de yok diyordu. O, evet devrimciydi, tamam ama, bayağı da yorgundu.
Orhan hastaydı. Ne yese çıkarıyordu. Ne yiyeceğini bilmiyordu. Bir deri bir kemikti. Bakışları her geçen gün daha derinleşiyordu. Uzun uzun dalıyordu, az konuşuyordu. Koğuşumuzda üç tane adli suçlu vardı (kaçakçı filan) onlarla sadece o domino oynuyordu. Çatlak bir sesi, bir de kızı vardı. Kendi söylemişti 8 yaşında mı ne? Benim içime söndürülmemiş bir izmarit gibi düşmüştü bu. Sekiz yaşında kızlar ne düşünürler hapiste olan babaları hakkında?
Orhan kızını en son iki yaşında görmüş. Orhanın kızı Şirvan babasını ne zaman gördüğünü anımsamıyor.
Orhan hasta ve yorgundu onun bir kızı vardı, olmayan bir Tek bi Çekko örgütünü kurmuş ve yönetmişti. Orhanı, bir sabah erkenden koğuştan alıp götürdüler. İtiraf yasası çıkmıştı. Yani eğer samimi itirafta bulunup bilgi verirsen senin suçunu affedebiliyor veya azaltıyordu devlet. İtiraf dilekçesi veren mahkumları hızla diğerlerinden ayırıyorlardı herhangi bir çatışmayı önlemek için.Orhan’ı bir sabah erkenden alıp götürdüler. Arkasından sloğan atıp marş söyledi bazıları. Ama Orhan, tek bi Çekko adlı olmayan bir örgütü yönetmekle suçlanıyordu veya ceza almıştı, üstelik onun altı yıldır, tamaltıyıldır görmediği bir kızı vardı. Bu yaşta kızlar babalarına hayran olurlardı. Adı Şirvandı.
Orhanı bir daha görmedik. Onu bizden alıp kaçırdılar. O, onlardan olmuştu.
85 yılının mayısında , ben şirinyer askeri cezaevindeyken oldu bunlar, bizim davamız sürüyordu, benim hakkımda 6 yıl 8 ay 10 gün ceza istiyorlardı. 21 yaşındaydım. Askeri savcı diyordu, bu kadar hapis diye. Üstelik ceza alacağım da kesin gibiydi, çünkü evimde yapılan aramada tam 120 tane (adet) üzerlerinde “Yaşasın 1 Mayıs” yazan “trik” bulunmuştu. (trik ne ya, bilmiyorum, dosya kağıdı işte) Orhan’ın sonradan, dışarıya çıkamadan kanserden veya başka bir hastalıktan öldüğünü duydum.
Öldü Orhan. Kızını bilmiyorum...Sonra biz çıktık.
Şirvan? O, Orhan’ın kızıydı. Bilmiyorum.

12 Şub 2008

Kitap Çalma

İlk kitap çalma eylemimi Bayazıt Sahaflar Çarşısında gerçekleştirdim. Lisedeydim. Sahaflar Çarşısı, Bayazıt Meydanı, benim için büyüleyiciydi. Ne yazık ki, çok fazla gidemediğim yerlerdi, hem İstanbul'un hem de buraların yabancısıydım. Kitabın sürekli olarak kutsandığı bir ortamda büyümüş ve sürekli okuyan biri olarak çarşının benim için anlamı çok fazlaydı. Bir çok baskısı artık yapılmayan kitaplar sandıkların içinde yerlerdeydi, karıştırdıkça yeni cevherler buluyordum.
Kitaplar ucuzdu ama ben çok parasızdım. Çarşıya ilk gidişimde, arkadaşımın elinde çıkışta hiç para vermeden aldığı üç kitap vardı. Ben ise paramla bir şiir kitabı satın alabilmiştim. "Arakladım" dedi gülümseyerek, "ne var yani ayıp mı?"
Sonraki gidişlerimde ben de arakladım. Çok çekiciydi kitaplar. Yeditepe yayınlarının şiir kitapları, de yayınlarının hala daha hayran olduğum kitapları... Sonraları Karaköy vapur iskelesindeki kitapçıdan da aşırmaya başladım, satın da alıyordum, tutkuyla ve büyük bir açlılıkla ne bulursam okuduğum bir dönemdi, bu yüzden en çok harcama yaptığım şey de kitaptı.
Bütün aldığım kitapların iç kapağına özenle alınış tarihini, nereden aldığımı ve adımı yazardım, eğer aşırdığım bir kitapsa bir de "ark" yazardım, araklamanın kısaltılmışı yani.
Kitap araklama olayını üniversitenin birinci ikinci sınıflarında da sürdürdüm. Çaldığımız kitapları arkadaşlarımıza övünerek gösterdiğimiz zamanlardı; abi diye saydığımız kişiler, fakülte kantininde, kitap çalmanın erdemlerini anlatıp durmaktaydılar. İzmir'de Sergi ve İleri Kitabevleri en gözde kitapçılarımızdı, çok da kitap satın aldığımızdan "iyi müşterileriydik" aynı zamanda onların.
Nasıl bir düşünce geliştirdiğimi bilmiyorum ama üçüncü sınıfta son verdim kitap çalma olayına, benim için bu eylem herhangi bir hırsızlıktan farksız oldu birdenbire. Bir daha hiç çalmadım, hatta, kendimi bu nedenle suçladığım bile oldu.
Bugün durup baktığımda o yıllara, suçluluk filan duymuyorum, yaptıklarım o dönemde yaptığım başka bazı şeyler gibi, birer ergenlik dönemi tepkisi gibi geliyor.
Kitaplarını çaldığım bütün kitapçılardan özür diliyorum, sizlerin aynı zamanda en iyi müşterilerinizden biri oldum, beni affedin.
Kitaplarını çaldığım bütün şair ve yazarlardan da özür diliyorum, sizlerin de aynı zamanda en iyi okuyucularınızdan oldum, beni affedin.

10 Oca 2008

Cami

Cami ile ilişkim ortaokul yıllarımda başladı ve bitti.
Ramazanın yaz aylarına rastladığı yıllar olmalı, ben de teravi namazına gitmeye heveslenmiştim. İftardan sonra babamın arkasından mahallenin çocuklarıyla birlikte biz de yola koyulurduk. Yol boyunca çok eğlenirdik, camiye vardığımızda, şadırvanda, büyük bir keyifle, suyla oynaya oynaya alırdık abdestimizi. Biz de büyürdük böylece. Namazı kıldıktan sonra, yine güle oynaya mahalleye dönerdik. Bir oyundu bizim için teravi namazı, çevremizdeki kimi büyükler tarafından onore edilmemiz de cabası.
Sadece bayram, teravi ve cenaze namazları için camiye giden babamın bu konuda her hangi bir yorumunu anımsamıyorum.
Camiye, teravi namazına gittiğim bu dönemler, aynı zamanda Tanrının varlığını da sorguladığım dönemlerdi. Bir sonuca ulaşamıyordum ama epeyce kuşkuluydum Tanrı hakkında. Ara sıra oruç da tutuyordum, fakat dinsel ritüelleri yerine getirirken kendime karşı oldukça hoşgörülü davranıyordum. Örneğin, ağzımı çalkalarken sık sık su kaçırıyordum boğazımdan, abdest alırken bazen dua filan okumayıveriyordum, bazen abdesti bozan bir gaz kaçırma durumunu “minikti” diyerek geçiştiriyordum, üstelik bir şey de olmuyordu. Bir şey olmadıkça, giderek ben de abartmaya başladım. Boğazımdan su kaçıra kaçıra sonunda suları içivermeye başladım, bir iki kere abdesti almayı unutarak kıldım namazı, yine birşey olmadı, sonrası koptu artık, hiç dua okumadan kılınan namaz, şarkılı türkülü namaz...
Çocukluk işte...
Bütün bu yaptıklarımdan sonra bir daha camiye gitmeye yüzüm tutmadı.
Hala da gidemedim.

19 Ara 2007

Sınav Tokadı

Ortaokul son sınıfta devlet parasız yatılı okulu sınavına girmiştim, sınav sadece il merkezlerinde yapıldığı için bir gün öncesinden Muş’a gitmek gerekiyordu. İşin en güzel tarafı da buydu. Çünkü sınava girecek olan yedi sekiz öğrenci sıkı sıkı tembihlerle minübüse bindirilip gönderiliyordu. Bu, yanımızda bir büyük olmadan, otele yerleşeceğiz, lokantaya gideceğiz, akşama kadar gezip dolaşacağız, paramıza sahip çıkacağız, gece korkmadan uyuyup sabah erkenden sınava girmek için kalkacağız demekti. Sınavın kendisinin ise ya bir heyecanı yoktu ya da bu heyecanın yanında çok sönük kalıyordu.
Sabahın köründe hazırlanıyorum sınava gitmek için, minübüs birazdan gelecek. Uyanamamışım daha, her tarafım uyuşuk, annem ve ablam sürekli birşeyler yedirme çabasında. Kalkıyoruz, babam beni minübüse bindirecek ama kalın bir yün kazağım var, onu arıyoruz. Onsuz gidemem. Ama yok. Herkes her yere bakıyor, zaman geçtikçe telaş artıyor, evin içinde gergin bir koşuşturma başlıyor. Nerede ceketin? Ne yaptın ceketini? Herkes bana yükleniyor. Bilmiyorum. Bilmiyorum bile diyemiyorum. Babam öfkeyle bir tokat atıyor bana, neden önceden hazırlık yapmadım diye. Gözlerim yaşlarla doluyor. Her yerim acıyor, ağlamıyorum.
Birazdan ablam anımsıyor, dün gece geç vakit bizden evlerine dönen komşumuz, çocuğunun üstüne örtmüş benim ceketi, üşümesin diye . Koşturup getiriyor küçük ablam ceketi.
Ben masumum, ama…
Yol boyunca çok öfkeliyim sınavda hiçbir şey yapmamayı, boş kağıt vermeyi düşünüyorum. Böyle mi gönderilirmiş çocuk sınava diyorum içimden, işte böyle… Sonuçlar gelince de hatırlarlar nasıl gittiğimi sınava… Otelde, soğuk bir odada dört kişi kalıyoruz, yatakta da aynı şeyleri düşünüyorum.
Sabah sınav başlıyor. Soru kağıdı önümde, bekliyorum. Yapmayacağım. Herkes başlıyor. Yaklaşık bir on dakika öylece duruyorum. Sonra merak edip sayfayı çeviriyorum, ilk soru kolaymış… duramıyorum, testi bitiriyorum.
Babamın bu ilk ve son tokadı. Ondan bir iz bende. Seviyorum bu izi.
Sınav sonucu geldiğinde, bizimkiler beni İstanbul’da başka bir liseye göndermeye karar vermiş oluyorlar.
Malatya Devlet Parasız Yatılı Okulunu kazanmışım.

16 Ara 2007

Asker Selamı

62 gün yaptığım askerliğimin gecelerini neredeyse hiç uyumadan, koridorda yere serdiğim battaniyenin üzerinde kitap, dergi okuyarak; gündüzlerini ise, ağaç diplerinde, kantin masalarında, yemek kuyruklarında, duvar diplerinde, bulabildiğim her yerde uyuklayarak geçirdim. İlkem şuydu: Ortalıkta görünme. Bitecek.
Böylece, askerliğin bir çok olmazsa olmazını atlattım. Hiçbir üstümle( çavuşum dahil) bire bir diyalogum olmadı. Yerde sürünmedim, tüfek taşıdım ama ateş etmedim. Rütbeler dahil hiçbir şey öğrenmedim. Zaten öğretmek gibi bir hevesi yoktu kimsenin. (örneğin, teorik eğitim diye bir salona televizyonun karşısına topluyorlardı ama televizyon çalışmıyordu, bazen ses, bazen görüntü, bazen ikisi birden olmuyordu, hatta bir keresinde televizyon da yoktu, konuşmacı gelecek dediler ama o da gelmedi.)
Askerliğim süresince hiç bir üstüme tekmil getirmedim, askeri bir selam vermek zorunda kalmadım. Komutanların geçebilecekleri yerlerde pek oyalanmazdım bu nedenle. Selam vermeyle ilgili bir sürü hikaye anlatıyordu askerler. Parmaklar şöyle olacak, şapkanın kenarına konacak, ayaklar şöyle duracak filan filan.
Bir gün çok fena yakalandım. Dar bir yol, üç kişi yürüyoruz, aniden karşımızda komutanın jipi beliriverdi. Kaçacak bir yer yok. Kenara sıralanıp esas duruşa geçtik ve çaktım selamı, jip önümüzden geçip gitti. İlk selamımı çakmıştım böylece, Oh dedim içimden, işte bu kadar. Birden yanımdaki iki asker bana bakıp gülmeye başladılar.
"Ulan, ulan ooğlum senin şapkan yok!" elim arka cebime gitti, şapkam cebimdeydi.
İlk selamım şapkasız çakılmış bir selam oldu.
Selam sayılmadı.
Selamsız çıktım askerden.

8 Ara 2007

Körsu

Neden Körsu dendiğini bilmiyorum, ortalama 5-6 metre genişliğinde bir akarsuydu. İlçemizi batı tarafından, çok yakından olmasa da, kıvrım büküm sarardı. Kaynağını bilmiyorum ama Murat nehrine kavuştuğunu duymuştum; bazen, suyu aktığı yönde izlemeyi hayal ederdim, giderdim boz bulanık, sonra Murat nehri. Murat’ı hiç görmedim. Adının neden “Körsu” olduğuyla ilgili kimseden bir yorum duymadım ama ben bu adın suyunun çok bulanık olması nedeniyle verilmiş olabileceğini düşünürdüm.
Benim için Körsu’ya dört ulaşma noktası vardı. Evimize en yakın olan nokta, yaklaşık bir kilometre uzaklıktaydı. Burası aynı zamanda sığ bir nokta olduğu için, yazın paçayı sıyırıp karşıya da geçebilirdik. Karşıda, geniş bir düzlük, ilçenin ortak harman noktasıydı. Yazın çok işlekti. Suyun sığ olduğu bu nokta traktör ve öküz arabalarının geçebileceği bir noktaydı. Burada aynı zamanda kadınlar kilimlerini yıkarlardı.
İkinci nokta, suyun daha derin olduğu bir noktaydı. Buraya daha çok yüzmek amacıyla gidilirdi. Çok olmasa da birkaç kere ben de yüzmüştüm, suyun çok bulanık olması nedeniyle çok istekli olmazdım suya girmeye. Aynı bölgede balık da tutulurdu ki hayatımın en büyük balığı işte burada avuçlarımın içinden misinayı alıp gitmişti.
Üçüncü nokta, biraz daha uzakta, etrafı ağaçlık olduğu için biraz daha gizli bir noktaydı. Ortaokulda, üç arkadaş ortak aldığımız Birinci paketinden ilk sigaramı burada içmiştim. Bitirmek zorunda olduğumuzdan sigaraları uc uca eklemiştik. Ağzımın içi zehir gibi olmuştu. Burası en mahrem şeylerin konuşulduğu, ilk masturbasyon yaptığımız yerdi. Körsuya karşı, epeyce bir uğraştıktan sonra işte geldi demiştim, işte geldi…
Bize en uzak noktada ise, bir su değirmeni vardı. Her yıl köyden gelen kışlık buğday ihtiyacımızı yüklenir gelirdik. Burada buğdaylar yıkanır, su kenarında kilimlerin üzerine serilerek kurutulur sonra da değirmende bulgur yapılırdı.
Kışın hiç gitmedim Körsu'ya tamamen donduğu söylenirdi. Kimse gitmezdi kışın Körsuya, kurtların geldiği söylenirdi.
Körsu, çocukluğumun can suyu…

29 Kas 2007

Felsefe 1981

Savaştan ve işgalden yeni kurtulmuş bir kent; bazı binalar yerle bir, bazıları ise dimdik ayakta, bazı enkazlardan dumanlar tütüyor, yer yer alevler de görülüyor, ortalıkta bitkin, yoksul ve mutsuz insanlar dolaşıyor. İşgal bitmiş bitmesine fakat, işgali başka bir işgalci güç bitirmişti.
Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Fakültesi, Felsefe Bölümü, 1981 yılında tam böyle bir görünümdeydi. Yaklaşık 22 öğrenci başlamıştık. 17-18 yaşlarında çocuklardık. Şaşkındık.
İlk dersimize hocamız, 12 Eylül öncesiyle başlamıştı, televizyon, radyolar, gazeteler herkes aynı şeyleri söylüyorlardı, okulun nasıl işgal edildiğini, nasıl ders yapılamadığını, öğrenme, bilim yapma haklarının nasıl gasp edildiğini heyecanla anlatmıştı. Artık bunlar bitmişti, şükür ki bitmişti; buraya eğer, tartışırız, memleketi kurtarırız filan diye geldiysek bir kere daha düşünmeliydik. Biz kimdik ki felsefe tartışalım, boyumuzun ölçüsünü bilmeliydik, önce öğrenmeliydik daha sonra... Belki.
Dersler coşkusuz, lisedeki gibiydi, tek farkı felsefeye yoğunlaşmasıydı. Sosyoloji ve Psikoloji ortak derslerdi ve daha kalabalık olarak alıyorduk fen fakültesinin anfisinde, kaloriferler hiç yanmıyordu, paltolu, şapkalı, eldivenli ders dinliyorduk.
Sonra, her şey arka arkaya geldi. Kılık kıyafet yönetmeliği yayınlandı, herkes kravat takacak, sakal bırakılmayacak, bir çok hoca istifa etmeye başladı, kalanları da 1402 ile görevden aldılar. YÖK çalışmaya başladı, ilk icraatı derslerin tek tipleştirilmesi oldu. Okulumuzun adı bile sakıncalı görülüp Edebiyat Fakültesi yapıldı.
Akşamları yurt penceresinden devriye gezen jandarmaları görürdük. Yurt müdürümüz albaydı.
1981-1986 yılları arasında felsefe okudum.
Tam felsefe okumalık yıllar... anlatacak ne çok şey var...

16 Kas 2007

Sünnetin Faydaları

Ortaokulu bitirip lise için beni İstanbul’a gönderdiklerinde, bizimkilerin unuttuğu benimse unutulmasını istediğim bir şey vardı. Neredeyse delikanlı olacaktım fakat hala sünnet edilmemiştim. İlkokul yılları boyunca, evin en küçüğü olarak böyle bir “kötülük” yapılamayacak kadar sevimliydim. Ortaokul yılları ise annemin “naapayım kıyamıyorum” babamın ise annemi suçlayarak “küçükken yaptırtmadın, olup kurrtulacaktı ne güzel, şimdi başımıza iş çıkardın.” konuşmalarıyla geçti. Benimse, büyüdükçe bu konudaki ilk zamanlar korkudan kaynaklanan karşı çıkışım giderek ne gerek var gibi bilinçli bir dirence dönüşüyordu.
Liseye başlamak için Istanbul’a gidince, evimizde bu konuda, ateşli tartışmalar yaşanmış ki, sömestr tatiline geldiğimde benle hemen pazarlıklar yapılmaya başlandı. Çok fazla direnç gösteremedim. Tamam, olsun, fakat düğün, tören filan istemiyorum, kimseye haber verilmeyecek, sünnet olacağım ve bu iş bitecek. Benim şartlarım bunlardı. Bir haftaya iyileşeceğimi hesaplıyordum.Şartlarıma uyuldu. Temmuz ortasında kimseye haber verilmedi, her şey aile içinde planlandı. Tatoş geldi. (İlçenin tek sünnetçisi) Acımayacak, acımayacak dedi. Doğru acımadı. Sadece kesildiğini hissettim, usturanın etimden kayışını.
Tatoş, yaramı sarıp sarmalayıp içeri geçti. Üstümü çarşaf gibi bir şeyle örttüler. Tebrikleri kabul etmeye başladım. Bitmiş olmasının gevşekliğini duyuyorum. Birazdan bacağımdan aşağı bir sızıntı hissettim. Bir şeyler akıyordu. Tatoş’u çağırdılar. Hemen açtı yarayı. Kanama durmamıştı. Yeniden sardı. Bu sefer ayrılmadı yanımdan, bekliyordu. Biraz sonra sızıntıyı yeniden hissettim. Yeniden açtı. Rengi değişmiş, elleri titriyordu. Tatoş’un yüzündeki korku evdeki herkese yayıldı. Anneme “ocakta kül var mı?” diye sordu. “Ocak külü, onu eleyip getirin” dedi. Çabuk. Kanama sürüyordu. Ben yanlış bir yeri kesti galiba diye düşünüyorum. Keşke küçükken olsa bitseydi sözleri de uçuşuyordu ortalıkta. Komşunun ocağından ince elenmiş kül getirdiler. Tatoş, beni belden aşağı küle gömdü. Kanama durdu mecburen. O gece öylece kaldım. Sabahleyin erkenden gelip, külleri temizledi ve yeniden pansuman yaptı.
İki hafta boyunca yattım. Düzenli olarak pansumanlarım yapıldı, fakat bir iyileşme olmadığı gibi vücudum yavaş yavaş şişmeye başladı. 3. hafta hastaneye gitmek zorunda kaldık. (şartnamem bütün anlamını yitiriyordu, herkes duymuştu artık sünnetimi) Doktor, sünnetle pek ilgilenmedi, antibiyotikler verdi, şekerden kuşkulandı, diyet yazdı. 5. hafta yine hastanedeydim, iyileşemiyordum bir türlü. Doktor bu sefer yarama baktı ve sorunların nedeninin orası olduğunu anladı. Yarayı iyileştirmeye yönelik bir tedavi başlattı. Kül tedavisi vücuduma adeta bir mikrop yüklemesi yapmıştı.Yavaş yavaş vücudumun şişliği inmeye başladı, sonra da yara iyileşmeye başladı. Okullar açıldığında İstanbul’a doğru yola çıkarken üzerimde hala geniş bir pantolon vardı.
Oğlumun sünnetine çok uzun süre karşı çıktım ve bu konuda saatler süren tartışmalar yaptım. Bir gün oğlumun söylediği, “ama Yılmaz, herkes oluyorsa...” sözü beni bitirdi. En kestirme yoldan sünnetini yaptırdık. Benim başıma gelenlerin hiçbiri olmadı.
Yaşanabilecek olumsuzluklar için değil sadece, sünnet bana göre bir hak ihlali. Nasılsa yetişkin olunca da olunabiliyor, oysa küçükken yapıldığında geri dönüşü yok. Sağlık filan gibi gerekçeler de hikaye! Afrika’da kadınların sünnet edilmesine karşı çıkanların gerekçeleri, neden erkekler için de gerekçe olmuyor? Bunun dinsel emirler dışında bir gerekçesi olamaz. Sonuçta ben geri dönemiyorum. Cinsel birleşmeden aldığım hazzın azalmadığını nereden bilebilirim.
Sevgili Tatoş Amca sana çok kızmıyorum, ama… kestin attın sonuçta, yetmiyormuş gibi bir de küle gömdün...

15 Kas 2007

Televizyon

Televizyon diye bir aletin varlığını ne zaman duydum bilmiyorum ama çalışır halde ilk kez orta ikide gördüm. Çarşıda bir dükkanın vitrinindeydi, karşısına her yaştan insanlar toplanmıştı. Bir ayakkabı tamircisini anlatan belgesel vardı yayında, siyah-beyazdı. Durup hayranlıkla izledim, karmaşık duygular içindeydim, büyülenmiş gibiydim.
Sonra çok hızla yaygınlaştı. Erzurum’a kurulan bir vericiden paket yayın yapıyordu, sık sık da kesiliyordu. Babam “daha bir şeye benzemiyor” diyordu. Bekliyorduk. Bu bekleme bir komşumuzun televizyon almasıyla son buldu. Mahallede ne de olsa bir rekabet vardı ve televizyon çıkmışsa bizde neden yoktu? Kırgındık. Akşamları komşular televizyonlu evde toplanmaya başlamıştı. Biz gitmiyorduk.
Erzurum vericisinden paket yayın başladıktan bir yıl sonra evimize televizyon girmiş oldu. Kocaman bir de anteni vardı, dallı budaklı . Fakat, abim(teknik konulardan o anlardı) ne yapıp ettiyse de bir türlü yayını alamadık. Anten daha yüksekte olmalı dendi, en az 6-7 metre. Bu yükseklikte bir ağaç düşünüldü fakat hem böyle bir ağaç yoktu hem de çok kaba olacaktı, ideal olan demir bir boruydu, fakat demircide bu boyda bir boru yoktu, ilden getirilmesi gerekiyordu ki bu da hemen olabilecek birşey gibi görünmüyordu. Çok mutsuzduk.
Evde televizyon vardı fakat her akşam bir umut açıyor biraz kurcalıyor fakat hiçbir şey izleyemiyorduk.
İkinci gün abimin aklına hepimizin yüreğini hoplatan bir fikir geldi. Doğru babamın dairesine (Halk Eğitim Müdürlüğü) koştuk. Babamın dairesinin karşısında terkedilmiş bir sanat okulu vardı ve önünde de bir bayrak direği. Babam dışarı çıktı, uzun uzun bir bize bir de direğe baktı. “Tamam, çürüyüp gideceğine bari bir işe yarasın.” dedi ve arkasını dönüp gitti.
Bayrak direği kesilip getirildi. Tam 7 metre. Tepesinde anten. Akşam görüntü cam gibi. Karşısına dizildik. Komşular da geldi. Erzurum’dan paket yayın alıyoruz, İstanbul, Ankara'nın izlediğini biz bir gün sonra izliyoruz; gazetemiz de bir gün sonra geldiği için güncellik sorunu yok, gazeteye bakıp akşam ne var öğreniyoruz. Sık sık yayın kesiliyor, beş on dakika Erzurum’un Çifte Minareleri’ni seyrettiğimiz oluyor.
Televizyonda ne mi var?
“Arjantin 78” var. Dünya Kupası, hey yavrum hey...
Gözümsün televizyon.

10 Kas 2007

Hayalimdeki Acı

Genelkurmay Başkanının PKK'lılar için söylediği, "Onlara hayal bile edemeyecekleri acılar yaşatacağız" sözlerini gazeteden okuyunca, 1985 yılında İzmir Emniyetinde geçirdiğim 15 gün geldi aklıma. Demek, "hayal bile edilemez acı" bende işkence çağrışımı yapıyor. "Hayal bile edilemeyecek acı" başka ne olabilir ki?
Bir insan eğer suçluysa, teröristse, yakalarsın, hapse atarsın, cezası neyse onu çeker, çatışmayı göze alıyorsa, dahası ölür. Var mı bunun daha ötesi? "Hayal bile edilemeyecek acı" da nedir?
Örneğin, ellerinizin arkadan bağlı olduğunu düşünün, sonra o bağlanma noktasından yukarıya doğru kaldırıldığınızı ve vücudunuzun havada asılı kaldığını düşünün. En çok nereniz acır? Hayal bile edemezsiniz.
Yere sırtüstü yatırıldıktan sonra tabanlarınıza bir sopayla vurulduğunu düşünün, bir, iki, üç sonra? Nasıl bir acı?
Çıplak olduğunuzu düşünün, gözleriniz bağlı, penisinize vurulsun. Nasıl bir acı? Bu acı nasıl hayal edilebilir?
Bir demire kelepçelenip, günlerce gözleriniz bağlı ve ayakta bekletildiğinizi düşünün. Uyumamanız için sürekli olarak yerinizde saydırılsın. yiyecek ve içecek de yok. Hadi hayal edelim nasıl bir acı bu? Ne kadar dayanılır bu acıya?
Birine, onun "hayal bile edemeyeceği acılar" yaşatabilmek için, o acıların daha önceden, bu acıyı yaşatacak olanlar tarafından düşünülüp tasarlanması gerekir.
Bu acılar, acıyı çekenleri değil, onu hayal edip uygulayanları kirletir yalnızca.