19 Tem 2008

Ege 18 Yaşında

Bugün Ege’nin doğum günü. Oğlum artık 18 yaşında bir delikanlı. Şimdilerde üniversite seçimi yapıyor, bir kaç ay sonra da evden ayrılacak.
Bana hiç ‘baba’ demedi, hep adımla seslendi, doğduğu andan, onu korkulu bir heyecanla kucağıma aldığım andan beri hep bir güzellik kattı hayatımıza. Bebekliğinde, hiç nedensiz çılgınca ağladığı zamanlarda, uyuduğunu sanarak sessizce odasından çıkarken ‘ibaaj nereye?’ diye bağırdığı zamanlarda, ateşi çıktığında başında sabahladığım zamanlarda, geceleri en derin uykularımdan ‘ibaj çisim var’ diye seslenerek kaldırdığı zamanlarda, ‘neden?’ ‘neden?’ ‘herşeyin bir nedeni vardır diyosunuz, öyleyse neden?’ diye tutturarak beni zor durumda bıraktığı zamanlarda bile varlığından hiç pişmanlık duymadım.
Ege şimdi 18 yaşında, ben ise 43.
Ben 18 yaşında iken babam 53 yaşındaydı.
Babam benim doğum günümü hiç kutlamadı. Doğum günü kutlaması bizim ailede hiç olmadı.
Bir doğum günümün olduğunu fark etmek, doğum günümün kutlanması veya birinin doğum gününü kutlamak benim için çok geç yaşlarımda, evlenince, eşim sayesinde olabildi. Yetişkin yaşlarıma kadar da doğum günü kutlamalarının hep çocuklar için yapıldığını sandım.
Bugün Ege’nin doğum günü. Hayatında yepyeni bir döneme adım atıyor.
Ben 18. doğum günümde, 26 Aralık 1982’de, hayatımda yeni bir döneme girerken ne yapıyordum anımsamıyorum, doğum günüm olduğundan bile habersizdim büyük bir olasılıkla. Üniversite 2. sınıftaydım. Felsefe okuyordum. Sevgilimden ayrılmıştım. Bana göre ülke duyarsız kalınamayacak kadar zor günler geçiriyordu, her yerde baskı ve zulüm vardı. Bir yıl önce ordu yönetime el koymuştu ve faşist bir askeri cunta ülkeyi yönetiyordu, bu cuntanın yıkılması için, önce demokrasi, sonra da sosyalizm için örgütlenmek ve mücadele etmek gerekiyordu. Böyle bir zamanda doğum günü filan zaten önemsizdi. 8 kişilik yurt odasında kalıyordum, oda arkadaşlarımı sevmiyordum. Yurt müdürü emekli bir albaydı. Her sabah yataklarımızı ‘yatak toplama talimatı’na uygun olarak toplamak zorundaydık. Geceleri her yerde askerler devriye geziyordu.
Ben, 18 yaşımda, kendimden, kendi sorunlarımdan, kendi doğum günümden habersiz olarak, bütün bu sorunların çözümüne adamıştım kendimi.
Şimdi Ege 18 yaşında, onun bütün doğum günlerini kutladık, ben 18 yaşındayken askerlerin hazırladığı anayasa hala geçerli ve o dönem için kimseden hesap sorulmadı, hala sorulamıyor. Bugünlerde, darbe hazırladıkları gerekçesiyle bazı emekli askerlere ve askerlerden medet uman bazı sivillere yönelik büyük bir operasyon yapıldı, bazı emekli generaller tutuklandı. Her türlü darbeden en büyük zararı görmüş olan bazı sol çevreler ise bu darbe karşıtı operasyonlara, iktidara muhalif oldukları için duyarsız kaldılar, ve ben bu günlerde daha iyi anladım ki demokrasi için, darbe tehtidi olmadan siyaset yapabilmek için aşılması gereken daha çok engel var.
Ege, her şeye rağmen, benden daha iyi koşullarda yeni yaşına girdi ya da bana öyle geliyor.
İyi ki doğdun EGE ! İyi ki VARSIN!

5 Tem 2008

Sorguda

Ölmeyi değilse de bayılmayı çok istedim. Küt diye gidecektim, her şey silinecekti birden, ama istemekle olmuyor işte.
Sorgudaki son iki günümü, 6. ve 7. günlerimi, ayakta, yürüme halinde, yemek ve tuvalet olmadan geçirdim. Çok iyi hatırlamıyorum ya falaka ya da askı sonrasıydı, amirleri emretti, “takın şu .............evladını, uygun adım, tuvalet muvalet hiç birşey yok, işerse yalatırsınız.”
Uzunca bir koridor olduğunu düşündüğüm yerde kalorifer borusu gibi bir yere kelepçelediler beni, belimden biraz yüksekte kaldı ellerim. Gözlerim, hücre dışında her zaman bağlıydı zaten. Koridorun benim yüzümün dönük olduğu tarafı bana cammış gibi geldi, Konak’a bakıyordu hatta, tabi camlar boyanmış. Kelepçelendiğim yerde sürekli yürüme halinde olmak zorundaydım, azcık duraksayınca arkadan tekme geliyordu, yanında da çoğunu ilk kez duyduğum küfürler.
T.C. İzmir Valiliği Emniyet Genel Müdürlüğünün bilmem kaçıncı katındayım. Konak’tayım. Hatta gözüm açık olsa, camlar boyalı olmasa, müthiş bir manzararaya bakıyor olacağım. Burada yüzlerini bilmediğim insanlar var, aile babaları, devletimiz onlara maaş veriyor, onlar da devleti bizlerden koruduğunu düşünüyor, özveriyle çalışıyor bu uğurda, onların yüzleri yok, tekmeleri, tokatları, sopaları var. Bir de dilleri var korkunç küfürler ediyorlar.
Zaman geçtikçe ayakta durmak, yürümek çok zorlaşıyor. Asıl tuvalete gitmek isteğim hızla artıyor, idrarım acı acı yakıyor. Bayılmayı çok istiyorum. Olmuyor. Ara sıra benim küfürbaz tekme atıcım, birileriyle konuşuyor o sırada yürümeyi kesebiliyorum. Gece olunca da uyur her halde diye düşünüyorum fakat sanırım 12 de nöbet değişiyor. Benimki yeni gelene, “uygun adım, hiç bir şey yok” diye beni teslim ediyor böylece taze ve güçlü bir tekmeleyicim oluyor. Bayılmayı çok istiyorum, atayım diyorum kendimi, zaten bağlıyım, ancak bulunduğum yerde yığılır kalırım, yutarlarsa biraz güç toplarım hiç değilse. Bırakıyorum kendimi, kelepçe biraz elimi acıtıyor, "bayıldın mı lan ..... koduğumun çocuğu, ben sana bayılmayı gösteririm" diye böğürerek anında çullanıyor üstüme, çok kötü girişiyor.
Tuvalet dayanılmaz bir hal alıyor ve her şeyin önüne geçiyor.

Azar azar bıraksam, kontrol edebilir miyim? Küçükken, köyde, orda burda işerken biri gelirse filan anında kesebiliyordum işemeyi. Azıcık bırakayım, ikinciyi bırakana kadar zaten önceki kurur bile. Üzerimde kot pantolon var, belli bile olmaz diye düşünüyorum.
Bırakıyorum. Azcık.
Oh biraz rahatlıyorum..
Duruyorum. Azcık.
Durabiliyorum, fakat azcık. İkinci postayı hemen bırakmak istiyorum, çok güçlü bir istek bu.
Bırak- bekle, bırak- bekle tuvaletimin tamamını yapıyorum. Her şey biraz hızlı oluyor galiba, beklediğim kuruma gerçekleşmiyor, pantolunumdaki ıslaklığı duyuyorum, kuruyana kadar beni buradan almasalar bari diyorum, resmen altıma işedim be... çok utanıyorum...
T.C İzmir Valiliği Emniyet Genel Müdürlüğü’nde,
Konak’ta, 21 yaşında...

3 Tem 2008

Aşk Mektubu

Lise ikinci sınıfın başlarında aldım o tutkulu mektubu. Bulanık Postanesinde damgalanmış, adımın altında Yeşilköy 50.Yıl Lisesi, İstanbul yazıyor. Hey yavrum hey tutkulu olmasa, nasıl gelip bulacak beni, 32 saatlik yoldan, çarpık bir yazıyla yazılmış yarım yamalak adresiyle geliyor. Müdür yardımcısı nöbetçi öğrenciyle çağırttırıp beni, tutuşturuyor elime mektubu.
Kimden geldiği yazmıyor zarfta, hemen açıp bir solukta okuyorum, çarpılıyorum.
Seni ilk gördüğüm andan beri deli gibi seviyorum diyor. Kimsin sen? Hemen mektubun sonuna bakıyorum. Seni canından çok seven ve sonsuza kadar sevecek olan Melek. Melek, komşumuzun iki kızından biri, Çetin’in kardeşi. Çetin benim arkadaşım, yaz tatilinde Bulanık’taydım. Senin de beni sevdiğini biliyorum diyor. Nasıl yani? Melek görüntüleri getiriyorum gözlerimin önüne, pespembe yanakları var, sapsarı saçlı bir kız. Çetin’le beraber bir iki kere onların bostanlarına gitmiştim. Aklımın ucundan geçmedi Melek, sade Melek mi kimse yok aklımda benim o yaz. Ah o Çetin, yok mu? hep bizi o bozdu, ama kimse bizi birbirimizden ayıramaz. Kendimi salak gibi hissediyorum. Sahi ya ben bir salağım. Melek ya evet, gel sana mısır koparalım diye benimle yalnız kalma fırsatı yaratmıştın, hatta kolumdan bile tutmuştun, galiba heyecanlıydın, ya ben, ben salak, anlamadım, hemen sonra da Çetin geldi. Seni her zaman bekleyeceğim. Aşkım benim!
Yeşilköy tren istasyonuna yürüyorum, kendimi berbat hissediyorum, nasıl habersiz kaldım bu kadar? Öyle çaresizim ki, seslensem duyuramam, mektup yazamam, gidemem. Bekle beni aşkım! Kimse bana aşkım demedi, hemen yanına uçmak istiyorum. Hayır, hayır, Çetin filan bizi bozamaz diyerek sana sarılmak, mısırların arasında iki kolundan tutup kendime çekmek, dudaklarından öpmek istiyorum.
Melek’i bir daha hiç görmedim!

2 Tem 2008

Kıskançlık

Eşim ilk kıskançlık fırtınasını kopardığında üç ya da dört aylık evliydik. İkimiz de çok gençtik, çok fazla aşk macerası geçmemişti başımızdan. Çok şaşırmıştım, bana göre bu fırtınaya neden olabilecek hiç bir şey yoktu. Sonraki yıllarda fırtınanın devamı geldiğinde, şaşkınlığım geçti; anladım ki , zaten kıskanmak için buna neden olabilecek her hangi bir şey gerekmiyordu.
İlk aylarımız, ben işsizim, evde debeleniyorum, iş bulmaya, iş yaratmaya çalışıyorum. 141’den aldığım bir cezam var, aranıyorum, asker kaçağıyım, çok rahat hareket edemiyorum yani. Ne olacağımız belirsiz, korkuyorum, korkuyoruz, tutunmaya çalışıyoruz. Eşim, bir arkadaşımızın çalıştığı Taksim’de bir maket bürosunda işe başladı, evimiz Pendik’te, demir, deniz ve kara yolunu kullanarak sabahın köründe gidip akşam üstü dönüyor.
Döndüğünde merakla neler olup bittiğini soruyorum, iş yerine ben de bir kaç kere gittiğimden çalışanları tanıyorum ve onları da soruyorum. Fakat içlerinden birisini, bir kızı, hep onu soruyormuşum. “Git kendin bak, o kadar merak ediyorsan” diye bağırdığında, önce anlayamadım, hep onu mu, sadece onu mu soruyordum? Bana öyle gelmiyordu. Peki ona karşı özel bir merakım var mıydı? Hayır!
Şaşırdım ! Aslında ne yapacağımı bilemedim, öyle olmadığını anlatmaya çalıştım, savunmaya geçtim yani, haksızlığa uğradığımı düşünüyordum.
Kıskanma duygusuyla ilk karşılaşmam böyle oldu. Şiddetli bir karşılaşmaydı benim için. Tırstım. Bir daha hiç “eskisi gibi” olamadım.