29 Kas 2007

Felsefe 1981

Savaştan ve işgalden yeni kurtulmuş bir kent; bazı binalar yerle bir, bazıları ise dimdik ayakta, bazı enkazlardan dumanlar tütüyor, yer yer alevler de görülüyor, ortalıkta bitkin, yoksul ve mutsuz insanlar dolaşıyor. İşgal bitmiş bitmesine fakat, işgali başka bir işgalci güç bitirmişti.
Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Fakültesi, Felsefe Bölümü, 1981 yılında tam böyle bir görünümdeydi. Yaklaşık 22 öğrenci başlamıştık. 17-18 yaşlarında çocuklardık. Şaşkındık.
İlk dersimize hocamız, 12 Eylül öncesiyle başlamıştı, televizyon, radyolar, gazeteler herkes aynı şeyleri söylüyorlardı, okulun nasıl işgal edildiğini, nasıl ders yapılamadığını, öğrenme, bilim yapma haklarının nasıl gasp edildiğini heyecanla anlatmıştı. Artık bunlar bitmişti, şükür ki bitmişti; buraya eğer, tartışırız, memleketi kurtarırız filan diye geldiysek bir kere daha düşünmeliydik. Biz kimdik ki felsefe tartışalım, boyumuzun ölçüsünü bilmeliydik, önce öğrenmeliydik daha sonra... Belki.
Dersler coşkusuz, lisedeki gibiydi, tek farkı felsefeye yoğunlaşmasıydı. Sosyoloji ve Psikoloji ortak derslerdi ve daha kalabalık olarak alıyorduk fen fakültesinin anfisinde, kaloriferler hiç yanmıyordu, paltolu, şapkalı, eldivenli ders dinliyorduk.
Sonra, her şey arka arkaya geldi. Kılık kıyafet yönetmeliği yayınlandı, herkes kravat takacak, sakal bırakılmayacak, bir çok hoca istifa etmeye başladı, kalanları da 1402 ile görevden aldılar. YÖK çalışmaya başladı, ilk icraatı derslerin tek tipleştirilmesi oldu. Okulumuzun adı bile sakıncalı görülüp Edebiyat Fakültesi yapıldı.
Akşamları yurt penceresinden devriye gezen jandarmaları görürdük. Yurt müdürümüz albaydı.
1981-1986 yılları arasında felsefe okudum.
Tam felsefe okumalık yıllar... anlatacak ne çok şey var...

16 Kas 2007

Sünnetin Faydaları

Ortaokulu bitirip lise için beni İstanbul’a gönderdiklerinde, bizimkilerin unuttuğu benimse unutulmasını istediğim bir şey vardı. Neredeyse delikanlı olacaktım fakat hala sünnet edilmemiştim. İlkokul yılları boyunca, evin en küçüğü olarak böyle bir “kötülük” yapılamayacak kadar sevimliydim. Ortaokul yılları ise annemin “naapayım kıyamıyorum” babamın ise annemi suçlayarak “küçükken yaptırtmadın, olup kurrtulacaktı ne güzel, şimdi başımıza iş çıkardın.” konuşmalarıyla geçti. Benimse, büyüdükçe bu konudaki ilk zamanlar korkudan kaynaklanan karşı çıkışım giderek ne gerek var gibi bilinçli bir dirence dönüşüyordu.
Liseye başlamak için Istanbul’a gidince, evimizde bu konuda, ateşli tartışmalar yaşanmış ki, sömestr tatiline geldiğimde benle hemen pazarlıklar yapılmaya başlandı. Çok fazla direnç gösteremedim. Tamam, olsun, fakat düğün, tören filan istemiyorum, kimseye haber verilmeyecek, sünnet olacağım ve bu iş bitecek. Benim şartlarım bunlardı. Bir haftaya iyileşeceğimi hesaplıyordum.Şartlarıma uyuldu. Temmuz ortasında kimseye haber verilmedi, her şey aile içinde planlandı. Tatoş geldi. (İlçenin tek sünnetçisi) Acımayacak, acımayacak dedi. Doğru acımadı. Sadece kesildiğini hissettim, usturanın etimden kayışını.
Tatoş, yaramı sarıp sarmalayıp içeri geçti. Üstümü çarşaf gibi bir şeyle örttüler. Tebrikleri kabul etmeye başladım. Bitmiş olmasının gevşekliğini duyuyorum. Birazdan bacağımdan aşağı bir sızıntı hissettim. Bir şeyler akıyordu. Tatoş’u çağırdılar. Hemen açtı yarayı. Kanama durmamıştı. Yeniden sardı. Bu sefer ayrılmadı yanımdan, bekliyordu. Biraz sonra sızıntıyı yeniden hissettim. Yeniden açtı. Rengi değişmiş, elleri titriyordu. Tatoş’un yüzündeki korku evdeki herkese yayıldı. Anneme “ocakta kül var mı?” diye sordu. “Ocak külü, onu eleyip getirin” dedi. Çabuk. Kanama sürüyordu. Ben yanlış bir yeri kesti galiba diye düşünüyorum. Keşke küçükken olsa bitseydi sözleri de uçuşuyordu ortalıkta. Komşunun ocağından ince elenmiş kül getirdiler. Tatoş, beni belden aşağı küle gömdü. Kanama durdu mecburen. O gece öylece kaldım. Sabahleyin erkenden gelip, külleri temizledi ve yeniden pansuman yaptı.
İki hafta boyunca yattım. Düzenli olarak pansumanlarım yapıldı, fakat bir iyileşme olmadığı gibi vücudum yavaş yavaş şişmeye başladı. 3. hafta hastaneye gitmek zorunda kaldık. (şartnamem bütün anlamını yitiriyordu, herkes duymuştu artık sünnetimi) Doktor, sünnetle pek ilgilenmedi, antibiyotikler verdi, şekerden kuşkulandı, diyet yazdı. 5. hafta yine hastanedeydim, iyileşemiyordum bir türlü. Doktor bu sefer yarama baktı ve sorunların nedeninin orası olduğunu anladı. Yarayı iyileştirmeye yönelik bir tedavi başlattı. Kül tedavisi vücuduma adeta bir mikrop yüklemesi yapmıştı.Yavaş yavaş vücudumun şişliği inmeye başladı, sonra da yara iyileşmeye başladı. Okullar açıldığında İstanbul’a doğru yola çıkarken üzerimde hala geniş bir pantolon vardı.
Oğlumun sünnetine çok uzun süre karşı çıktım ve bu konuda saatler süren tartışmalar yaptım. Bir gün oğlumun söylediği, “ama Yılmaz, herkes oluyorsa...” sözü beni bitirdi. En kestirme yoldan sünnetini yaptırdık. Benim başıma gelenlerin hiçbiri olmadı.
Yaşanabilecek olumsuzluklar için değil sadece, sünnet bana göre bir hak ihlali. Nasılsa yetişkin olunca da olunabiliyor, oysa küçükken yapıldığında geri dönüşü yok. Sağlık filan gibi gerekçeler de hikaye! Afrika’da kadınların sünnet edilmesine karşı çıkanların gerekçeleri, neden erkekler için de gerekçe olmuyor? Bunun dinsel emirler dışında bir gerekçesi olamaz. Sonuçta ben geri dönemiyorum. Cinsel birleşmeden aldığım hazzın azalmadığını nereden bilebilirim.
Sevgili Tatoş Amca sana çok kızmıyorum, ama… kestin attın sonuçta, yetmiyormuş gibi bir de küle gömdün...

15 Kas 2007

Televizyon

Televizyon diye bir aletin varlığını ne zaman duydum bilmiyorum ama çalışır halde ilk kez orta ikide gördüm. Çarşıda bir dükkanın vitrinindeydi, karşısına her yaştan insanlar toplanmıştı. Bir ayakkabı tamircisini anlatan belgesel vardı yayında, siyah-beyazdı. Durup hayranlıkla izledim, karmaşık duygular içindeydim, büyülenmiş gibiydim.
Sonra çok hızla yaygınlaştı. Erzurum’a kurulan bir vericiden paket yayın yapıyordu, sık sık da kesiliyordu. Babam “daha bir şeye benzemiyor” diyordu. Bekliyorduk. Bu bekleme bir komşumuzun televizyon almasıyla son buldu. Mahallede ne de olsa bir rekabet vardı ve televizyon çıkmışsa bizde neden yoktu? Kırgındık. Akşamları komşular televizyonlu evde toplanmaya başlamıştı. Biz gitmiyorduk.
Erzurum vericisinden paket yayın başladıktan bir yıl sonra evimize televizyon girmiş oldu. Kocaman bir de anteni vardı, dallı budaklı . Fakat, abim(teknik konulardan o anlardı) ne yapıp ettiyse de bir türlü yayını alamadık. Anten daha yüksekte olmalı dendi, en az 6-7 metre. Bu yükseklikte bir ağaç düşünüldü fakat hem böyle bir ağaç yoktu hem de çok kaba olacaktı, ideal olan demir bir boruydu, fakat demircide bu boyda bir boru yoktu, ilden getirilmesi gerekiyordu ki bu da hemen olabilecek birşey gibi görünmüyordu. Çok mutsuzduk.
Evde televizyon vardı fakat her akşam bir umut açıyor biraz kurcalıyor fakat hiçbir şey izleyemiyorduk.
İkinci gün abimin aklına hepimizin yüreğini hoplatan bir fikir geldi. Doğru babamın dairesine (Halk Eğitim Müdürlüğü) koştuk. Babamın dairesinin karşısında terkedilmiş bir sanat okulu vardı ve önünde de bir bayrak direği. Babam dışarı çıktı, uzun uzun bir bize bir de direğe baktı. “Tamam, çürüyüp gideceğine bari bir işe yarasın.” dedi ve arkasını dönüp gitti.
Bayrak direği kesilip getirildi. Tam 7 metre. Tepesinde anten. Akşam görüntü cam gibi. Karşısına dizildik. Komşular da geldi. Erzurum’dan paket yayın alıyoruz, İstanbul, Ankara'nın izlediğini biz bir gün sonra izliyoruz; gazetemiz de bir gün sonra geldiği için güncellik sorunu yok, gazeteye bakıp akşam ne var öğreniyoruz. Sık sık yayın kesiliyor, beş on dakika Erzurum’un Çifte Minareleri’ni seyrettiğimiz oluyor.
Televizyonda ne mi var?
“Arjantin 78” var. Dünya Kupası, hey yavrum hey...
Gözümsün televizyon.

10 Kas 2007

Hayalimdeki Acı

Genelkurmay Başkanının PKK'lılar için söylediği, "Onlara hayal bile edemeyecekleri acılar yaşatacağız" sözlerini gazeteden okuyunca, 1985 yılında İzmir Emniyetinde geçirdiğim 15 gün geldi aklıma. Demek, "hayal bile edilemez acı" bende işkence çağrışımı yapıyor. "Hayal bile edilemeyecek acı" başka ne olabilir ki?
Bir insan eğer suçluysa, teröristse, yakalarsın, hapse atarsın, cezası neyse onu çeker, çatışmayı göze alıyorsa, dahası ölür. Var mı bunun daha ötesi? "Hayal bile edilemeyecek acı" da nedir?
Örneğin, ellerinizin arkadan bağlı olduğunu düşünün, sonra o bağlanma noktasından yukarıya doğru kaldırıldığınızı ve vücudunuzun havada asılı kaldığını düşünün. En çok nereniz acır? Hayal bile edemezsiniz.
Yere sırtüstü yatırıldıktan sonra tabanlarınıza bir sopayla vurulduğunu düşünün, bir, iki, üç sonra? Nasıl bir acı?
Çıplak olduğunuzu düşünün, gözleriniz bağlı, penisinize vurulsun. Nasıl bir acı? Bu acı nasıl hayal edilebilir?
Bir demire kelepçelenip, günlerce gözleriniz bağlı ve ayakta bekletildiğinizi düşünün. Uyumamanız için sürekli olarak yerinizde saydırılsın. yiyecek ve içecek de yok. Hadi hayal edelim nasıl bir acı bu? Ne kadar dayanılır bu acıya?
Birine, onun "hayal bile edemeyeceği acılar" yaşatabilmek için, o acıların daha önceden, bu acıyı yaşatacak olanlar tarafından düşünülüp tasarlanması gerekir.
Bu acılar, acıyı çekenleri değil, onu hayal edip uygulayanları kirletir yalnızca.

8 Kas 2007

Sevenler Sineması

Sevenler sineması, yazlık sinemamızdı. İlçe merkezine hakim bir tepede, yüksek duvarlarla çevriliydi. Sinemanın önü akşam üstü sulanıp, süpürülürdü. Toprak kokardı. Sesi sonuna kadar açılmış pikaptan çalan arabesk müzikler bizim evden bile duyulurdu. “Ben buyum seversen canım sana feda, ben buyum sevmezsen sana da elveda...”
Biz, ya sinemanın önünde ya evin önünde bu mizikler eşliğinde oynardık. Film başladığında, ilk beş dakikasında filan filmin seslerini dışarıya verirlerdi. Yazlık sinemaya, geç saatlere kaldığı için yalnız gidemezdim.
İki tane de kapalı sinemamız vardı. Biri, yine Sevenler Sineması, diğeri ise Uğur Sineması. O hafta oynayan filmlerin afişlerini, sinemacılar, biri önlerine öbürü arkalarına gelecek şekilde iple bağlayıp boyunlarından geçirir, giysi gibi giyerlerdi. Yürüyen afişler gibi olurlardı, sadece kafaları ve ayakları görünürdü. Mahalle mahalle dolaşır “Sevenler Sinemasında bu gece iki film birden...” diye bağırırlardı.
İlçeye gelen hemen hemen bütün filmleri izlerdim. İlkokulda sık sık okulca da sinemaya gittiğimizi anımsıyorum. Bütün okul, sıra olur, marş marş sinemaya giderdik, üstelik, tarihi, eğitici filan olması gerekmezdi gittiğimiz filmler. Normal melodram filmlere bile giderdik okulca. Şimdi inanılmaz geliyor. Oysa ne güzeldi.
Sonra olanlar oldu, bırakın ilçeleri, büyükşehirlerde bile sinema kalmadı nerdeyse. Son 10 yıldır büyük şehirlerden başlayarak yeniden yaygınlaşıyor. Fakat Bulanık’ta, benim Bulanık’ımda şu anda sinema var mı bilmiyorum. Ama ben ilkokula, ortaokula giderken biri yazlık ikisi kışlık tam üç tane sinema vardı, bunu biliyorum.
Uğur Sineması
Sevenler sineması
Sevenler sineması yazlık.

5 Kas 2007

Sabah Tokadı

Ortaokulu bitirince (1977) bizimkiler, bu çocuk buralarda (Bulanık'ta) ziyan olacak, İstanbul'a gönderelim, orada okusun diye karar verdiler. Yeşilköy 50. Yıl Lisesine başladım. Amcamlarda kalıyorum, Küçükçekmece, Tepeüstü'nde. Sabah karanlıkta kalkıyorum. Tepeüstü'nden, Küçükçekmece tren istasyonuna yürüyorum, ordan da Yeşilköy'e. Hava 1. dersin sonunda filan aydınlanıyor. Sabah kalkmak çok zor geliyor.
O günlerden aklımda kalan, sık sık gördüğüm tuhaf bir rüya. Rüyamda, uzaktan bir kadın görünüyor ve bana doğru gülümseyerek yaklaşıyor. sanki yürümüyor da ayaklarında tekerlek var gibi. uzun bir elbisesi var, kaftan gibi. Başı beyaz bir örtüyle sarılı. Tanıdığım kimseye benzemiyor. Bana doğru yaklaştıkça yüzündeki ifade sertleşmeye başlıyor. Giderek korkunç bir hal alıyor ve tam karşıma geldiğinde, kolunu sonuna kadar geriyor ve bana bir tokat atıyor. Bu tokatla uyanıyorum. Kalkma vaktı. Yanağım yanıyor sanki, kalbim çarpıyor. Saatin çalmasına 5-10 dakika kalmış oluyor genellikle. Yatağın içine gömülüp saatin çalmasını bekliyorum.Annem olsa diye düşünüyorum. beni ne güzel uyandırırdı. Saçımı okşardı. Beş dakika, beş dakika daha diyerek naz yapardım.
Liseyi bitirdikten sonra bir daha hiç tokat yiyerek uyanmadım. Ne zaman erken kalkmam gerekse saati kurarken aklıma gelir: Yine gelir mi acaba, tokatçı teyze?
Gelir mi?

1 Kas 2007

Barış Bebek

12-13 yaşlarında, abim evlendikten hemen sonra amca olmuştum. Barış, annesi gibi masmavi cam göz bir bebekti. Ele avuca gelip etrafa gülücükler filan atmaya başlayınca da evde bir sevinç kaynağı olmuştu, herkes onu el üstünde tutuyordu. En küçük olma ayrıcalığımı kaybetmiştim; fakat Barış'ın gülücükleri öyle güzeldi ki bu durumdan rahatsız olmuyordum.
Abim Gülçimen Köyü ilkokulunda öğretmenlik yapıyordu fakat ağır kış koşulları nedeniyle sık sık ilçede yani bizde kalıyorlardı.
Kış çok ağır geçiyordu. Soğuk her şeyin üstündeydi. Barış dokuz aylıktı. Hastaydı. Ateşleniyordu sık sık ve bir türlü iyileşememişti. Yengem daha 19 yaşında bir köy kızıydı. Kendisi çocuktu. Ne yapacağını çok bilemiyor eli ayağı birbirine dolanıyordu. Bir iki kere ilçedeki doktora götürüldü, Erzurum'a, Van'a götürmek gerekiyor mu diye yoklandı. Hayır. Gerek yoktu. Üşütmüştü, iğneler, ilaçlar bitince iyileşecekti. Herkes bekliyordu.
Bir öğlen vakti. Dışarda kupkuru bir ayaz var. Herşey donmuş, buza kesmiş durumda. İçerde cayır cayır soba yanıyor. Pencereden dışarıyı seyrediyorum. Annemden bir şey demeyen acılı bir ses çıkıyor. Herkes Barışın başına toplanıyor. Bir koşuşturma oluyor. Anlamsız sesler ağlama seslerine dönüşüyor. Ablam kolumdan çekip beni dışarı çıkarıyor, koş abimi çağır diyor çabuk.
Çıkıyorum evden. Abim nerede? Çarşıda. Tamam da ben ona ne diyeceğim. Kendime bile söyleyemiyorum. Adımlarım yavaşlıyor. Ne diyeceğim? Ne?
Kahveden içeri giriyorum. Abim orada, sırtı bana dönük, kağıt oynuyor. Yaklaşıp omuzuna dokunuyorum. Hala ne diyeceğimi bilmiyorum. Bana dönüp bakıyor. Sadece ağlıyorum. Gel diyorum ve koşarak çıkıyorum dışarı.
Bedeni soğumamış alev alevmiş diye imam duraksıyor. Ayna istiyor. Nefesi var mı diye, aynayı dudaklarına yaklaştırıyor: Yok. Vücudu birden bire kırmızı lekelerle doluyor. Gizliymiş. Gizli çiçek varmış diye konuşuyorlar duyuyorum.
Kırmızı bir suçluluk içimizi yakıyor. Kıpkırmızı.
Bir yastığın üzerinde götürüyorlar Barış'ı. Bembeyaz.
Abimin dört çocuğu oluyor daha sonra, hepsi kız.